Hürriyet Gösteri Dergi tarafından seri halinde yayınlanan ve dönemin ünlü yazarlarının nasıl yazdıklarını anlattıkları seride Ağustos 1982’de Yusuf Atılgan’a yer verildi. YUsuf Atılgan, nasıl yazdığını (aslında yazmadığını!) anlatarak soruyu yanıtlıyor. Atılgan’ın “Nasıl yazıyorsunuz” sorusuna verdiği cevabı sizlere sunuyoruz:
Sıradan Bir Gün
Yusuf Atılgan*
Bir günün nasıl geçtiğini anlatmaya nereden başlanır? Herhalde sabahtan olmalı: Sabahları daha erken uyansam bile kapıcının saat sekize çeyrek kala kapıyı çalmasını beklerim. O zaman kalkar, günlük ekmeğimizi alırım. Eşimle oğlum çoğu günler daha uyanmamışlardır. Çayın altını yaktıktan, yüzümü yıkadıktan sonra, kısa bir kahvaltı yaparım. İşe gitmek için Kadıköy’den kalkıp Sirkeci’ye giden 9.10 gemisine erişmem gerekir. (Evimiz Moda’da, bir apartmanın zemin katında, önü bahçeli, çiçekli küçük bir daire. İşim Cağaloğlu’nda Karacan Yayınları’nda.) Kahvaltıdan sonra günün ilk cigarasının keyfini yaşayıp evden çıkarım, iskeleye değin on onbeş dakika süren yolu çoğu Mühürdar caddesinden yürürüm. Lodoslu sabahlarda kötü kötü kokar deniz. Çoğu günler gemide birkaç arkadaşla buluşur konuşuruz. Lodosta geminin sallanması benim hoşuma gider, ama Bilge Durbaş korktuğu için böyle günlerde gemiye binmez, dolmuşla köprüden geçer karşıya.
Sirkeci’den Cağaloğlu’na yürürüm. Yağmur yağmıyorsa yokuşu tırmanmak da iyidir. Çalışmaya hazırlar insanı. Karacan Yayınları’nda görevim bir çeşit danışmanlık ve çevirmenliktir. Sıkıcı bir iş değil elbet, özellikle genel müdürümüz anlayışlı iyi bir dost Ülkü Tamer olursa. Sanat Olayı için bana verdiği çevirilerin sıradan ve sıkıcı olmamasına özen gösterir, iş yerindeki arkadaşlarla da iyi anlaşırız. Önceleri Alpay Kabacalı, Ulvi Okar, şimdilerde Kemal Özer, Edip Alşar, aynı odada çalıştığımız İbrahim Örs, Haluk Kaynar. Özellikle bu son ikisinin işim olmadığı zamanlar tembellik etmeyip kendi yazılarımı yazmam konusundaki uyarıları benim için çok yararlıdır. (Şimdiye dek yazdıklarımın neredeyse tümünü köyde -Hacırahmanlı’da- yaşadığım zamanlar yazmıştım. Bol vaktim vardı. Yeniden evlenip İstanbul’a yerleşince geçimimiz için çalışmak zorunluğu çıktı. Yaratmanın demeyeyim, ama “birşeyler kurup yazmanın” ak kâğıtla didişmenin güçlüğünden kurtulduğum için biraz da hoşnuttum. Oysa yazmak istediğim şeyler, özellikle yıllardır kafamda oluşturduğum köyle ilgili bir roman vardı. “Bu koşullarda yazmam olanaksız” diyordum ama sonraları yazacaksam ancak bu koşullarda yazmam gerektiğini anladım, işimden artan zamanlarda romana başladım ve ağır ağır da olsa ilerliyor.)
Öğle yemeklerini Nuruosmaniye’de küçük bir aşevinde yerim çoğunlukla. Aşçımız Latif Usta güzel yemeklerini pişirip kotarmaya sabahın beşinde başlamasına karşın dinç, güler yüzlü, esprili bir adamdır. Orada kuru fasulyenin adı kanaryadır. İlginç bir yemeği de Çileli Kuzu. Karışık yemeklere karma ekonomi der.
Özellikle yaz öğle sonraları iş biraz ağırdır, ama ufak bir çabayla alışılır. Akşam üstü 17.30 gemisiyle Kadıköy’e giderim. Kapıya anahtarı sokarken oğlum bir çeşit oyun arkadaşına kavuşmanın kıvancıyla “baba” diye bağırır. içeri girince “çantadan?” diye sorar. Çantadan ya küçük bir oyuncak ya da bir kitap çıkar. Kitapların adlarını hemen öğrenir, isterken adlarıyla ister: “Keçi Ayakları ver”, “Şeytan Adasını ver” gibi. İş yerinden getirdiğim kullanılmış pikaj kartonlarından birini ve kalemini getirip bana resimler, daha çok araba resimleri çizdirir.
Akşam yemeğinden sonra televizyonda haberleri ve özellikle hava raporunu izlerim. Köyden, çiftçilikten kalma bir alışkanlıkla hava durumunu dinlemeden edemem. Dizi filmlerle aram iyi değildir, ama eski iyi bir film olursa izlerim, özellikle futbol maçlarını hiç kaçırmam. Gece yarısından önce yatmadığım için kimi geceler oğlum uyuduktan sonra yazanm, ya da okurum. Dostum Orhan Barlas, “Siz çok okuduğunuz için yazmıyorsunuz, okumayı bırakın” der.
Geçen yıl Perşembe akşamlarının bir özelliği vardı. Eray Canberk May Yayınlarında çalışırken neredeyse her perşembe akşamı 17.30 gemisinde onunla ve Sabri Koz’la buluşur, Kadıköy çarşısındaki Küçük Deniz içki evine gider bir iki duble rakı içip söyleşirdik. Altı aydır pek buluşamadığımız ben de içkiye düşkün olmadığımdan içki evine yalnız gitmediğim için bu perşembe kaçamaklan sona erdi.
*Hürriyet Gösteri, Ağustos 1982
Yorum Yap!
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.