fbpx

Romanda Gerçeğe Bağlılık

A. Mümtaz İdil*

Genel olarak anlatı sanatı adı altında toplanan sanat türünün içinde en geniş yeri kapsayan roman, gelişimine somuttan, yani, nesnel gerçekliğin olduğu gibi yansıtılmasından başlamak zorundaydı. Çünkü romanın ortaya çıkışında, orta sınıfın giderek büyüyen boyutlarına ayna tutulması gereksinimi yatmaktadır. Böylelikle de roman; ilk örnekleri sayabileceğimiz söylencelerden, mitolojiden, şövalye öykülerinden, kahramanlık öykülerinden daha farklı bir görevi üstlenerek anı biçiminde anlatıya, yani pikaresk romana dönüşmüştür. Bu anlamda roman sanatına Cervantes’in, gelişmekte olan büyük yerleşim merkezlerindeki sıradan yaşamı, çökmekte olan şövalye öykülerine karşı eylem olarak sürmesinin önemli etkisi olmuştur. Ama Don Quijote’nin roman dünyasında ortaya çıkışı, ilk gerçekçiler olarak ele alacağımız 18. yüzyıl romancılarının romanı kavrayışlarından çok farklı bir düzeyde oluşu nedeniyle, roman sanatının Henry Fielding, Daniel Defoe, Samuel Richardson gibi yazarlarca yeniden ele alınmasına kadarki dönemde, şövalye öykülerine bir tepkinin doğurduğu anlatı olarak anlaşılmaktan öteye gitmemiştir.

“Bu alanda belki de en dikkate değer çaba Fielding’den gelmiştir, ilk romanını yazarken yeni bir edebiyat türü yaratmakta olduğuna inanan Fielding, bu türün bir takım özelliklerini belirtmek gereğini duymuştur. Joseph Andrews’un önsözünde güldürü romanının nitelikleri, yapısı, kişileri, dili, olay örgüsü hakkında hayli ayrıntılı görüşler ileri sürerek, bir güldürü kuramı ortaya atar. Tom Jones’un on sekiz kitabına yazdığı giriş bölümlerinde genel olarak roman kişileri, olay örgüsü, anlatma ve sahneleme konularındaki açıklamaları İngiltere’de ilk roman kuramını oluşturmuştur.”(1)

Romanın ilk gerçekçileri sayılan bu yazarlara gelinceye kadar, daha önce de belirttiğimiz gibi kahramanlık destanları (chanson de geste) ve daha çok bir masal niteliğini taşıyan «courtois» anlatıları romanın prototipleri olarak gösterilirler. Daha sonraları, hemen hemen Walter Scott’a kadar değişmeyecek olan bu dönem içinde romanın yapısında ve anlatım biçiminde fazlaca değişiklik olmamıştır. Gerçekte, ortaçağın çözülmesi ve Rönesans ile birlikte insanın varlığının anlamı ve bu dünyadaki yeri bir sorun olmuştu, ama felsefenin ve bilimin yoğun olarak uğraştığı bu soruya roman yeterince ilgi gösterememiştir. Hatta öyle ki, 18. yüzyıl sonlarından 19. yüzyıl ortalarına kadar romanın toplumsal sorunlara eleştirel bakışını sağlayan bilimdeki ve felsefedeki gelişmeden çok ütopyacı zihniyettir.

Romanın somut olarak başladığı bu gelişim çizgisi, doğal olarak yavaş gitmek zorundaydı. Çünkü diğer sanat türlerine göre roman çok yeni bir türdür ve tarih, destan, deneme, anı gibi değişik yazı türleri arasında kendisine bir yer sağlamak üzere yoğun çaba göstermek durumundadır. İlk romancıların hem tarihten kopmamış olması ve gerçeğe dayalı yapıtlar vermek üzere sık sık tarihe başvurması, hem de bu tarihsel bilgiyi okunur kılabilmek için bir kahramana gereksinim duymaları, romanı salt olayları aktaran eğlenceli bir yapının kucağına itmiştir. Romanın şanssız olduğu bir başka yan ise, onun uzun süre üzerinde durulmağa değer bir edebiyat türü olarak görülmemesindendir. Bunun birkaç nedeni vardır: Herhangi bir anlatı biçiminde ortaya konduğunda roman, tarihten fazlaca farklı olmamak durumundaydı. Diğer yandan coşku, insanda yarattığı hoş ve kötü izlenimlerin bütünü, betimleme veya yergi gibi tüm sanatsal etkinlikler, romanda kullanımı dar bir alan oluşturuyorlardı; ya da roman bu etkinliklerin kullanımını daraltan bir alan olmaktan öteye gidemiyordu. Böylelikle de insanda, ilk ele alınışında hayranlık uyandıracak bir sanat yapıtı olma özelliği ortadan kalkıyordu. Şiir ya da deneme ise çok kısa bir zaman aralığı içinde yansıtmak zorunda olduğu ideolojisini ulaştırabiliyordu. Bu ise, gerekli sanatsal potansiyelin yaratılması demektir. O dönemlerde, yani 18. yüzyılın ortalarında roman daha çok gençler arasında yaygın olan bir tür olduğu için hor görülüyor, öte yandan da eğitimi kıt kişilerin romanı yeğlemesi, sanat niteliğini olumsuz yönde etkiliyordu. Daniel Defoe’nin çabaları bile bu zinciri parçalamaya yetmemiştir. Defoe, Robinson Crusoe’yu yazarken, romanlarına gerçekten yaşamış kişilerin öyküsüymüş gibi ayrıntılar eklemenin yanında, okurun ilgi alanını çekeceğinden emin olduğu bir konuyu göz önünde tutmuştur. 20. yüzyılın bakışı içinde Robinson Crusoe’ya baktığımızda, ticari burjuvazinin gelişmesi sonucu uzak denizlerde sömürge avına çıkan ulusların eleştirisini ve yozlaşmakta olan insani ilişkilerin ortasından kopup gelen bir insanın, ıssız bir adada yaşamını yeniden «saf ve temiz» olarak kurmasının aşılanmasını bulmak mümkündür. Ama Daniel Defoe’nin hiç de böyle kaygıları olmadığı, roman sanatını tarih gibi önemli bir yazı türü haline getirmeye çalışmaktan öte çabası olmadığını düşünmek daha doğrudur. Çünkü bir yanda insanı eğlendirmeyi, öte yanda da insanın zor koşullarda da olsa kendisini kurtarışını, yani insanı yüceltmeyi içinde barındırarak örgüsünü kuran bu romanın, o dönemde tarihsel bilgiden daha ilginç bir anlatı türü olarak benimsenmiş olması akla daha yakındır. Ama tüm bunlar Robinson Crusoeda yazarının ideolojisinin açığa çıkmadığı anlamına gelmez. Ancak, Althuser’in “sanat yapıtı ideolojiyi yansıtmaz, ele verir” görüşü ilk gerçekçi romancılar için kesinkes geçerli bir görüş değildir. Çünkü romanı bir sanat türü olarak kabul ettirme savaşımı veren ilk romancılar, romanlarının gerçeğe bağlılığını kanıtlamak uğruna zaman zaman dünya görüşlerinden ve öznelliklerinden ödün vermek zorunda kalmışlardır. Kuşkusuz, bu noktada ilk romancıların yapıtlarının roman açısından sanat olup olmadığı tartışması gündeme gelmektedir. Tartışma bu boyutlarda sürdürülürse, roman, yazarının ideolojisini ele verdiği andan itibaren sanatsal süreç içine girmiştir sonucuna da varılabilir.

Jan Van Eyck’in Arnolfini’nin Evlenmesi adlı tablosu, nesnelerin tek tek yansıtılmasında nesnel gerçeğe bağlılığın doruk noktasına ulaşılmasına bir örnektir. Tablodaki bütün nesneler konturlarla birbirinden ayrılmış ve tek tek bağımsız bütünlerle bir başka bütünü oluşturmuşlardır. Jan Van Eyck, her nesnenin üzerinde müthiş bir sabır ve gözlemle durarak ve hiçbir ayrıntıyı gereksiz saymayarak nesnel gerçekliği tablosunun içine hapsetmeyi başarmıştır. Tabloda arka duvarda asılı duran aynanın içinden odanın yansıması bile büyük bir özenle çizilmiştir. Sanat eğer doğanın fotoğrafik gerçeklikle öykünülmesi ise, ulaşılacak yer kalmamıştır. Tablo, Arnolfini’nin evlenme sahnesinin neredeyse renkli bir fotoğrafıdır. Ama sanatın, nesnel gerçekliğin olduğu gibi yansıtılması olmadığı görüşü artık yeniliğini yitirmiş bir görüştür. Hatta günümüzde tartışılan sanatın yansıtma olup olmadığıdır. 1434 yılında yapılmış olan Arnolfini’nin Evlenmesi tablosunun örnek alınmasının konunun bu yönüyle ilintisinden çok, ilk romancıların nesnel gerçeği ele geçirişleri ile ilintisi üzerinde durulacaktır.

Romanda nesnel gerçeğin ele geçirilmesi doğal olarak resimde ve heykelde olduğu gibi olmamıştır. Çünkü resim ve heykelde dış gerçekliğin yansıtılması bütünüyle çizgisel öykünmeyi gerektirdiğinden, teknik bir takım bilgilerin, sözgelimi perspektifin, ortaya çıkışıyla orantılı olarak gelişmiştir. Romanda ise nesnel gerçekliğin yansıtılmasındaki temel güçlük, insanın bilincinde yatan ve her zaman alışagelmiş özellikler göstermeyen davranışların ortaya çıkması halinde oluşan değişkenliği saptamadaki güçlükten kaynaklanmaktadır. İlk romancılar konunun bu yanını ne düşünmüş, ne de uygulayabilmişlerdir. Bu nedenle de onların romanları eğlendirici, özendirici ve eğitici olmaktan öteye pek gidememiştir. Kaldı ki, romanın o dönemlerdeki benimsenişi barındırdığı eğlendirici ve öğretici unsurlarla sıkı ilişki içindedir. Belki de yalnızca bu kaygı yüzünden Henry Fielding bile romanlarını tarih olarak adlandırmış, insan yaşamının gerçeklerini tarihten daha iyi yansıttığını vurgulamıştır.

Romanda nesnel gerçekliğe bağlılık, bir takım tarihsel belgelerin romanda sunulmasıyla veya olayların gerçek yaşamdan alındığının şu veya bu şekilde kanıtlanmaya uğraşılmasıyla kendini göstermektedir. Yazar için roman, tarihsel belgelere dayalı bir olayın yeniden bilinmeyenlere aktarılması olarak görülmektedir, ilk gerçekçilerin hemen hepsinde bu böyledir. Ama bu yazarların romana olan katkıları, gerçeğe yüzeysel bağlılıkları değildir; gerçeği kaba çizgileriyle ortaya koymakla aslında roman için uzun bir dönemi oluşturacak olan gerçekçilik akımına hareketin ilk adımlarını atmışlardır. Nesnel gerçekliğin kâğıt üzerine aktarılmasının başka hiçbir yolla gerçekleşemeyeceğine yürekten inanmış bu romancılar, bu tarihsel gelişimin en başında attıkları adımların önemini hiçbir zaman kavrayamamışlardır.

Sanat Yapıtlarının Gerçeği ve Gerçeğe Benzerlik adlı yapıtında Zeuxis ustayı örnek gösteren Goethe, sanat ve edebiyat yapıtlarında gerçekliğin, nesnelerin körü körüne yansıtılması olmadığını vurgularken, gerçeğe bağlılığın salt gerçekten farklı bir kavram olduğunun farkındaydı. Nitekim onun ünlü bir söylenceyi, Faust’u ele alışı kendi türünde bir başyapıt niteliğini hâlâ korumaktadır.

(1) Ünal Aytür, «Henry James ve Roman Sanatı», A.Ü. Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Yayınları, No: 271, Ankara -1977, s. 9

*Gerçeklik ve Roman, Dayanışma Yayınları, 1983 s. 12-17 (Metni yayına hazırlayan Ayşegül Kanat’a teşekkür ederiz.)

Yaratıcı Yazarlık 154 Adet Yazı
Yaratıcı Yazarlık, esasında birçok kişinin kafasındaki yazar imajının kendisidir. Yani kurguladığı veya gerçeğe dayalı bir konuyu kurgulayarak roman, hikaye vb. edebi türde ifade etmen uğraşı. Yaratıcı yazarlar sıklıkla “tıkanma” veya “kısırlaşma” denilen dönemlere girerler. Yazarken zorluk yaşarlar. Bu zamanlarda onlara yol gösterecek teknikler, moral verecek alıntılar ve fikir verecek yerli veya yabancı yazarların deneyimleri bu sitede Türkçe olarak yer alacak.

İlk Yorumu Sen Yap!

Yorum Yap!