Asuman Kafaoğlu Büke*
Bu kitap gördüğüm bir tarih dilimidir. Ekim Devrimi’nin, yani Rus asker ve işçilerinin başındaki Bolşeviklerin devlet gücünü ellerine geçirip onu Sovyetlerin ellerine bıraktıkları günlerin etraflıca bir öyküsü olmaktan öteye bir iddiası yoktur. Kavga sırasında sevgim bağımsız kalamadı. Ama bu büyük günlerin tarihini yeniden yazarken, gerçekleri saptamaya uğraşan titiz bir tarihçi olarak olayların üstüne eğildim.¹
Her savaşın yazarları olmuştur. Şair, yazar ve gazetecilerin, savaş alanında tanık oldukları şiddeti sözcüklere dökmeleriyle zihinlerimize savaş hakkında çok net imgeler yerleşmiştir. Savaş alanında askerin nasıl bir psikolojiyle savaştığını anlatırken, ölümün yakından hissedilmesi, silah arkadaşlarının ölümleriyle hissedilen yalnızlık duygusu, korku ve bunların ötesinde bir de savaşın anlamı (ya da anlamsızlığı), savaşa neden olan politik kararlar savaş sahnesini tüm öğeleriyle görmemizi sağlar.
Afganistan saldırılarını canlı yayında televizyondan izlerken aklıma savaşa görgü tanıklığı etmiş yazarların kitapları geldi. Bugün seyrettiğimiz Afgan savaşında ise görgü tanığı yazarların olmaması fakat bu görgü tanıklığı görevini televizyondan savaşı izleyen bizlerden beklendiği düşüncesi oluştu. Bir başka düşünce de, Afganistan veya komşu ülkelerde giderek savaş izlenimleri oluşturmaya çalışan gazetecilerin işlerini yapamamaktan dolayı duydukları hırsı dile getirmeleriydi.
Kamera ve videofon taşıyan gazetecilerin idam edileceğinin duyurulması, Afgan topraklarına gazetecilerin girmesinin yasaklanması, verilen bilgilerin sadece resmi kaynaklı olması, bu savaş hakkında görgü tanıklığına güven duyulamayacağını gösterdi bize. Daha önce anlatılan tarihi savaşlarla benzer yan bulmak da zorlaştı. Dolayısıyla Afganistan ve civar ülkelere yerleşen gazeteciler ordusu dahil, bu savaş herkese bir bilmece oldu.
Tarihî savaşlarla bu savaş arasındaki ilk önemli fark, bu savaşın bir anatomisinin görülememesi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından önce Avrupa’da geniş aydın çevre savaşın hızla yaklaşmakta olduğu hakkında sezgilerini dile getirmişlerdi. Kuşkusuz, 11 Eylül saldırılarından önce fanatik İslami terör örgütlerinin tehlikeli olabileceğini söyleyen uzmanlar olmuştur fakat şimdi bunların hiç duyulmadığını fark ediyoruz. Sadece halk ve aydın çevrelerin savaş sezgilerinin olmaması değil, böyle bir saldırıyı Amerikan ve diğer resmî haber alma örgütleri bile sezmemişlerdi. Halbuki Polonya işgalinden önce çıkan tüm gazetelerde yavaş yavaş politik havanın nasıl gerildiği, sonunda nasıl ve nerelerden patlak vereceği yazıyordu. 1914 yılında savaş meydanında ölen şair Alfred Lichtenstein, ölümünden bir yıl önce yazdığı bir şiirinde:
Uzak Kuzeyden bir ölüm fırtınası Çok yakında gelecek, işaretler belli. Her yeri uygun adım ilerleyen katillerin ayak sesleri ve cesetlerin kokusu salacak
Aynı şekilde XX. yüzyılda gerçekleşen tüm savaşlar başlama noktasına gelene kadar belli bir siyasal gerginlik ve ardından tarafların uzlaşma denemeleri ile sonuçlanmıştı. Yine bu savaşta farklı olan bir şekilde, uzlaşma yapacak bir karşı taraf görünmüyordu. Savaş adı altında haberler yayınlanmaya başladığı halde, savaşan bir tek taraf görünüyordu. Uzlaşma ve barış için karşılıklı görüşmeler olmamıştı; aynen savaş bittiğinde bir antlaşma sağlanamayacağının bilinmesi gibi.
Bütün bu yaşananlar, doğal olarak alışılagelmiş savaş anlatılarını akla getiriyordu. İlk başta, gerçekçi anlatımın temel taşlarından biri sayılan Stephen Crane’in (1871-1900) Kanlı Madalya (çev. Cevdet Yıldız, Babil Yayıncılık, 2000) romanına ne kadar ters düşen ve benzemeyen bir savaş yaşandığını hatırlatıyordu.
Yoksul aileden gelen Crane, gazeteci olarak zor yıllar yaşamıştı. İlk kitaplarını da kendi finanse ederek bastırmış, adının yazar olarak duyulması için yıllar geçmesini beklemişti. Önce Doğu Avrupa’da, Osmanlı İmparatorluğunun yıkımını anlatmış, daha sonra da gazeteci olarak görev yaptığı Küba’da savaş muhabiri olarak yazılar göndermişti. Küba yolculuğunda bindiği geminin batması sonunda öldüğü sanılan yazar, kaptan, aşçı ve mürettebattan birkaç kişiyle kürek çekerek sahile ulaşmıştı. Bu deneyim en güzel öykülerinden birine konu olmuştu.
Crane asıl ününü savaş alanlarında edindiği bilgiyi anlattığı Kanlı Madalya ile elde etti. Bu eseri, çağdaş savaş romanları arasında çok önemli bir yere sahiptir. Sıradan bir askerin gözünden savaş anlatıyordu. Vatanseverliğini göstermek isteyen asker, kıyım başladığında korkunun etkisiyle savaş meydanını terk ediyor fakat alaycı bir şekilde, başından yaralandığı için cesaret madalyası sahibi oluyordu. Yakın dostunun ölümüyle savaşın adaletsizliğine kızması sonucunda ise, romantik milliyetçi duygularının anlamsızlığını anlıyor ve vatanseverliğin yerini insan sevgisinin aldığını görüyordu. Böylece savaşan bir askerin gerçek duygularla, aklını kullanarak savaşması sergileniyordu. Askerin içinde bulunduğu psikolojik karışıklık, anlama yeteneğiyle veriliyordu.
Bir başka akla gelen savaş muhabiri de Sovyet Devrimi’ni anlatan John Reed’dir (1887-1920). Harvard mezunu varlıklı bir ailenin oğlu olan Reed, önce Meksika’daki devrimci ayaklanmanın görgü tanığı olarak gazeteye yazdı. Daha sonra I. Dünya Savaşı’nı Metropolitan dergisi için yazdı. Ardından 1916 yılında yayımlanan The War in Eastern Europe (Doğu Avrupa’da Savaş) adlı kitabı izledi. Reed, ayrıca Lenin ile yakın dostluk kurmuştu. Bu sayede Bolşevik devriminde Rusya’da yaşananları yakından izleme şansını yakaladı. Bir dönem Avrupa ve Amerika’da halk, devrim haberlerini ondan aldı ve sonunda Dünyayı Sarsan On Gün adlı kitabı yayımlandı.
Savaşa görgü tanıklığı eden iki edebiyat türü vardı. Bunlardan birincisi askerlerin ailelerine ve sevdiklerine yazdıkları mektuplar, ikincisi ise askerlerle birlikte yaşananları gözlemleyen yazar ve şairlerin aktardıkları. Bildiğimiz kadarıyla Afganistan’da bugün yaşananlar her ikisinin de olamayacağını gösteriyor. Bu da bizi, seyirci konumundaki neredeyse tüm dünya halklarını gerçeklerden uzaklaştırıyor. Ne savaşanların, ne de ölenlerin yaşamöykülerini belki asla öğrenemeyeceğiz. Hatta belki bu savaşın neden olduğu zararları da tam olarak bilemeyeceğiz. Ve en önemlisi savaş bittiğinde kimin kazandığını, bunun bir savaş olup olmadığını bile bilemeyeceğiz.
¹. John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, çev. Erdoğan Gürkan, Oda Yayınları, 1996.
*Yazın Sanatı, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti, 2012.
Yorum Yap!
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.