Hüseyin Kuzu (Senarist – Akademisyen)
Birisine, “Senarist kimdir?” ve “Senaryo nedir?” diye iki soru sorduğumuzda bu sorularımıza kısaca; “Senarist bir sanatçıdır”, “Senaryo da bir sanat eseridir”diye cevaplar almamız mümkündür.
Bu iki genel soruya bu şekilde verilen basit yanıtlar bize senaristin kim ve senaryonun ne olduğu konusunda pek yol aldırmayabilir. Çünkü aynı soruları paralel bir şekilde edebiyat alanında “roman” ve “romancı”, tiyatro alanında “oyun yazarı” ve “oyun texti” için de sorabilir ve muhtemelen benzer yanıtlar alırız. Bu yanıtlar benzerlikler/farklılıklar çerçevesinde belki bazı ölçütler elde etmemize yarayabilir ama acaba tatmin olur muyuz? Farklı sorular sormak veya farklı yanıtlar almak için nasıl düşünmeliyiz?
Sorularımızı ancak her üç drama alanının “üretim tarzları düzeyinde” özelleştirdiğimizde yanıtları farklılaştırabiliriz. Bu yüzden sorularımızı sinema için özelleştirip, diğer drama alanlarıyla üretim ilişkileri düzeyinde kıyaslayarak ilerlememiz çok daha doğru olacaktır.
Bilindiği gibi sinema, yaklaşık 1890’lı yıllarda mekanik teknolojiler kullanılarak pelikül filme kaydedilen hareketli görüntülerle üretilen ve kopyaları yeniden çoğaltılabilen (reprodüksiyonel) bir sanattır. Sinemanın bu “yeniden çoğaltılan” özelliği aslında “roman” için de geçerlidir. O da matbaanın icadından (yaklaşık) iki/üç yüzyıl sonra şekillenmiş bir sanattır. Her iki dramatik biçim (film ve roman) çeşitli aşamalardan geçerek izler-çevrelerine (seyirci veya okuyucu) ulaştırılır. Örneğin, romancı da senarist de, tek kopya özgün ürünlerini bir alfabe kullanarak yazar ve daha sonra yayıncı veya film yapımcısına teslim ederler. Daha sonra, roman için matbaa, senaryo için çekim aşaması başlar. Fakat her iki dramatik ürünün geçtiği çoğaltım aşamaları oldukça birbirinden farklıdır.
Romancı, hangi teknik ve teknolojileri (kalem, daktilo, bilgisayar, vb.) kullanırsa kullansın, sonuçta bir dilin alfabesini ve dilbilgisi kurallarıyla dramatik bir edebi söylem yaratıp, eserini bir yüzeye (kağıt, bilgisayar diski, vb.) kaydeder. Romancı, romanın yazım sürecinde (genellikle) tek başına çalışır ve romanını bitirir. Özgün metnini yayınevine teslim ettikten sonra romancının işi bitmiş sayılır. Gerisi artık “dış metin” dediğimiz, daha çok yayınevinin takip ettiği, birkaç aşamadan geçen ve romanın bir kitap haline getirilmesi sürecidir. Roman daha sonra dağıtıma girer ve okuyucuna ulaşır.
Senaristler sinema alanında romancılar gibi (genellikle) tek başlarına ama televizyon dizilerinde bir grup halinde çalışırlar. Senaristler nasıl çalışırsa çalışsınlar, sonuçta onlar da kullandıkları dilin alfabesi ve dilbilgisini kullanarak senaryolarını yazarlar. Fakat senaryo nihai ürün değildir. Senaryolar okuyucular için binlerce adet değil, senaryoyu film yapımına hazırlayacak (profesyoneller veya amatör) yaratıcılar için gerekli sayıda çoğaltılırlar.
Senaristler senaryolarını, sinematografik söylemin film setinde nasıl yaratılacağını ifade etmek yazarlar. Senaryo bittiğinde senaristin işi bitmiş olsa da, yazdığı senaryo filme giden yolun daha başındadır. Senarist, yazdığı senaryoyu yapımcıya teslim edildikten sonra bu senaryo üstüne çalışmaya başlayacak diğer yaratıcılar (film, görüntü, sanat ve müzik yönetmenleri, oyuncular, vb.) onun üzerinde (rehberliğinde) çalışmaya başlayacak ve onu film haline getireceklerdir. Yani her senaryo filme giden yolda yaratıcı bir ön aşamadır. Önemli bir aşamadır ama bir film değildir.
Senaryonun romandan farkını anlatan ve sık sık verilen bir örneği burada anmak yerinde olacaktır. Sinema yazınında, “Dünyanın hiçbir kütüphanesinde filmi çekilmemiş ama klasik olmuş bir senaryo yoktur” diye, çok kullanılan bir söz vardır. Bu doğrudur, çünkü bir senaryonun yazılıp daha sonra okuyucu için basılmasının pek bir anlamı yoktur. Senaryolar ancak film olunca sinema (ve kültür) tarihinde yerlerini alırlar.
Yaratıcıların çoğu eserlerini genellikle tek başına bitirmek isterler. Romancılar bu duyguyu çok iyi bilirler. Fakat reprodüksiyonel bir sanat olan sinemada yaratıcılar bir arada çalışarak bir filmi ortaya çıkartırlar. Senaristin (veya tiyatrodaki oyun yazarının, vb…) bir romancıdan ayrılan en önemli duyumları budur. Senarist kağıt üzerine yazdığı senaryosunun, daha sonra başka yaratıcılar tarafından film haline getirileceğini baştan bilir. Senaristin bunu bilmesi, bir romancının romanının son noktasını koymasından farklı bir duyumdur. Nitekim bu duyum farkı edebiyattan sinemaya yapılacak “uyarlama çalışmalarında” sık sık ortaya çıkar. Edebiyatçılar, bu yüzden ürünlerini filme aktaracak sinemacıları hep kuşku ile karşılarlar. Bu kuşku, tek başlarına yarattıkları eserin diğer yaratıcılar tarafından bozulabileceği kaygısı yüzündendir. Oysa bu yanlıştır. Çünkü kimse bir eseri bozmak için işe başlamaz.
Şüphesiz bir romancı ile yayıncısının ilişkisi de bir senaristin yapımcıyla olan ilişkisinden oldukça farklıdır. Bu yüzden bir senarist, bir romancının duyumlarıyla davranmamalıdırlar. İnsanın eseri üstüne titizlenmesi iyi bir şeydir. Herkws az çok bilir ki bir romancı yayınevine romanını teslim ettikten sonra, romanın başına matbaa veya dağıtımda çok az şeyler gelir. Oysa filme giden süreç içinde bir senaryonun başına çok şey gelebilir. Senarist bunları bilmek ve önceden kestiremediği her tür olumsuz gelişmeye hazır olmak durumundadırlar.
Her senaryo filme süreçte bir ön aşama veya bir yazı alfabesiyle kağıt üstüne yazılmış bir senaryo hareketli görüntü ve seslerle filme bir taslaktır. Bir senaryo alegorik bir benzetme ile bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi veya sahneye konacak bir oyun text’i gibidir. Bu taslak, bir anlamda, daha sonra yapılacak bir bina için bir mimarın çizdiği plandan yapılmış bir plan veya makete benzer. Bir Plan veya maket bir bina için ne kadar somutsa, kağıt üzerindeki bir senaryo da bir film için o kadar somuttur.
Kendi kendimize, “Peki, sinemacılar herhangi bir dilin ‘yazı alfabesi’ni kullanmak zorunda mıdırlar?” veya “Bir yazı alfabesi kullanmak yeterli midir?” diye iki soru sorabiliriz. Birinci soruyu sadece senaristler için “evet” diye yanıtlayabiliriz. Evet, bir filmin senaryo aşamasındaki tasarımı için en pratik, en kolay ve güçlü iletişim biçimi yazıdır. Fakat yazılı alfabe, senaryoyu film haline getirecek diğer yaratıcıların (film, görüntü, sanat vb. yönetmenler) ihtiyaçlarını tam olarak karşılamayabilir. Bu yüzden, onlar da çalışmalarında kullandıkları birçok kültür veya sanatın dil veya tekniklerini (mimarlık, fotoğraf, grafik) seferber ederler.
Yeri gelmişken “film yönetmeni”ni ve senarist ve senaryo ilişkisine de (şimdilik) kısaca değinmekte yarar var. Bu gerekli, çünkü bazı senarist adayları, senarist ve “bir tür yönetmen” olma duyumunu da birbirine karıştırmaktadırlar. Bu karıştırma daha çok, filmlerinin senarist/yönetmen/yapımcısı olan “auteur sinemacılar”ın senarist ve yapımcı yanlarını (pek vurgulamadan) atlayıp, kendileri için “yaratıcı yönetmen” vurgusu yapmalarından dolayıdır. Oldukça yaygın bu duyum da, yukarıda romancı için söylediğimiz duyuma benzemekte ve senarist adayları için çeşitli (çarpık) duyumların gelişimine neden olmaktadır. Unutmak gerekir ki “auteur sinema”nın üretim ilişkileri, çeşitli film yapım ilişkilerinden (yöntemlerinden) sadece birisidir.
O halde film yönetmenini; film yapma süreci içinde, bir senaryo üstünde ve belli bir işbölümü altında çalışan, alanlarında uzman yaratıcıların estetik/zihinsel ve fiziksel yaratılarını filme kaydederek birleştiren bir yaratıcıdır, diye tanımlayabiliriz. Bir benzetme daha yapacak olursak, bir film yönetmeni, çeşitli çalgıları maharetle çalan müzisyenlerden oluşan bir orkestrayı yöneten bir orkestra şefi gibidir. Bir senarist de aslında kağıt üstünde aynı orkestrasyonu yapar. Aradaki fark, senaristin sentezini kağıda, yönetmenin ise filme kaydetmesidir.
Yorum Yap!
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.