Remy De Gourmont*
Çeviren: Muammer Necip Tanyeli
Yazmak zanaatı bir zanaattır. Bu kelime sözlükteki yerine kunduracılıkla doğramacılık zanaatları arasına konulsa insan bir başka faaliyet tezahürlerinden ayrı olarak bir yerde yapayalnız konulmasından daha memnun olurdu. Tek başına bırakıldığı takdirde, yazı zanaatı, kendisine şeref vermek bahanesiyle inkar edilebilir, canlı her şeyden uzak tutulmak suretiyle de ölümüne sebep olunabilir. Halbuki büyük galerideki sembolik yerlerden kendisine ayrılmış olan yere geçip oturduğu takdirde insana çıraklık ve âlet fikirlerini hatırlatır ve birden içinde doğuveren şeylerden uzaklaştırır. Bu yazı sanatı sert ve cesaret kırıcıdır.
Yazı zanaatı bir zanaattır, ama üslûp bir ilim işi değildir. Üslûp insanın aynıyle kendisidir, sözü ile Hello’nun diğer: Üslûp bozulmaz, formülü aynı şeyi söylemektedirler. Üslûp gözlerin rengi veya sesin tonu kadar şahsîdir. Yazmak zanaatı öğretilebilirse de üslûp sahibi olmak öğretilemez. İnsan saçlarını boyadığı gibi üslûbunu da boyayabilir, fakat şu şartla ki bu işe her sabah yeniden başlamak lazımdır ve dalgınlığa asla gelmez. Üslûp sahibi olmak o kadar az öğretilebilir bir şeydir ki hayat bu öğretileni ekseriya unutturur . Hayatî kuvvet azaldığı nispette iyi yazmak elden gider. Temrin diğer vergileri iyileştirdiği halde yazıyı bazen bozar. Yazmak resim veya heykel yapmaktan bambaşka bir şeydir. Yazmak veya konuşmak zorunlu olarak bütün insanlarda müşterek olan bir yetiyi, en eski ve şuursuz bir yeriyi kullanmaktır. Onun, zekanın bütün anatomisi yapılmadan çözümlenmesine imkân yoktur. İşte bütün yazı sanatı traitelerinin on veya on bin sahifelik oldukları halde değersiz taslaklardan ibaret olmaları bundandır. Soru o kadar karmaşıktır ki neresinden tutulacağı kestirilemez, o kadar iğneli ve öyle böğürtlenli, dikenli bir fundalıktır ki içine atılmaktansa kenarından dolaşılır ve akıllıca olanı da budur.
Yazmak, Flaubert ve Goncourt’un anladığı manada var olmak, kendini yenilemek demektir. Üslûp sahibi olmak demek, umumî bir dil yanında biricik ve taklidi imkansız olmakla beraber hem herkesin hem de bir tek kişinin anlayacağı özel bir lehçe ile konuşmaktır. Üslup kendini tanıtır. Onun mekanizmasını incelemek o kadar lüzumsuzdur ki beyhude olmakla kalmaz tehlikeli de olur. Kokulu kağıttan yapılmış bir gül hakiki bir güle ne kadar benzerse, bir üslubun takdirinden elde edilen şerlerden yeni baştan vücude getirilen şey de hakiki üslûba o kadar benzer.
“Yazılmış” bir eserin esas önemi ne olursa olsun üslûpla eser payesine çıkarılması önemini bir kat daha arttırır. Buffon iyi yazılmış bir eserin bütün güzelliklerinin, “üslûbu yapan bütün münasebetlerin, insan zekası için konunun özü kadar önemli ve belki daha kıymetli birer hakikat olduğu” fikrinde idi. Herkesin dudak bükmesine ve sınısına rağmen, geçmiş zamanın kitaplarının bugün hala kıymetlerini muhafaza etmeleri de üslûpları sayesindedir. Eğer bunun aksi mümkün olsaydı “L’antiquite devoilee’yi yazan Boulanger gibi Buffon’un çağdaşı bir adam bugün unutulmuş bulunmayacaktı. Zira onun zayıf tarafı sadece yazış tarzı idi. Bir diğerinin, bir Diderot gibisinin, ancak geçici şöhret saatleri tatıp hemen kendisinden bahsedilmez olmasına ve unutulmasına hemen daima üslûpsuz yazmasından,başka sebep bulunabilir mi?
Üslubun bu itiraz kabul etmez üstünlüğü, edebiyatta konular icat etmenin büyük bir önemi olmadığını gösterir. Güzel bir roman yahut tutunabilecek bir dram yazmak için -ya pek alelade bir konu seçmek, yahut da muvaffak olabilmek için bir deha sahibi olmayı gerektiren yepyeni bir konuyu mesela Romeo ile Juliette yahut Don Quihotte’u düşünmek lazımdır. Shakespeare, trajedilerinin çoğunu beylik konuların planı üzerine bir sıra mecazlar işlemekle meydana getirmiştir. Shakespeare ancak mısralarını ve cümlelerini yaratmıştır. Yaratılan mecazlar yeni olduğundan bu yenilik dramın şahsına ister istemez hayat vermiştir. Eğer Hamlet, içindeki fikirler Chiristophe Marlowe tarafından aynen manzum hale konmuş olsaydı elde edilecek netice enteresan bir taslak sayılacak ve ne dediği anlaşılmaz beceriksizce yazılmış bir trajedi olacaktı. Guy de Maupessant, konularının çoğunu yaratmış olduğu halde, konularının hiçbirini icat etmemiş olan Boccacio kadar büyük bir hikâyeci değildir. Zaten konulara sonsuz şekiller vermek kabil olduğu halde, yenilerinin yaratılması tahdit edilmiştir. Fakat her yüzyılın kendine göre sevdiği konuları vardır. Bay Aicard, eğer dehası olsaydı, Othello’yu çevirmeyecek fakat usta Racine’in Euripides’in trajedilerini yeniden yarattığı gibi o da yeniden kaleme alacaktı. Eğer insan, üslûbu kendi kendini değiştirmek için kullanmış olmasaydı, edebiyat tarihlerinin ilk yüzyılları içinde her şey söylenip tüketilmiş olacaktı. Dramatik veya romanesk otuz altı türlü hal ve münasebet olmasını şüphesiz ki tercih ederim, fakat daha genel bir kuram nihayet bunu dörde indirmeye mecbur kalacaktır. İnsan merkez sayılırsa onun, kendisiyle, diğer insanlarla, diğer cinsle, sonsuzluk yani Tanrı yahut tabiat münasebetleri olacaktır. Edebi bir eser de zorunlu olarak bu dört münasebetten birine girecektir. Fakat dünya yüzünde bir tek konu olsaydı, bu da Daphnis ile Chloe olsaydı, gene yeterdi.
Yazmasını bilmeyen yazarların ileri sürdükleri mazeretlerden birisi de nevilerin çeşitliliğidir. Onlar nevilerden bazılarına üslûbun, bazılarına hiç bir şeyin gitmediğini zannederler ve bir poem yazar gibi bir roman yazılmaz derler. Elbette bu böyledir, lakin üslubun bulunmayışı eda yokluğunun da sebebidir. Ve bir kitap yazıdan mahrum kalınca da her şeyini kaybetmiş demektir, göze görünmez olur, yahut da, söylendiği gibi, dikkati çekmez. Böyle olması da iyidir. İşin hakikati araştırılırsa bir tek neviden, poemden başka nevi yoktur ve bir tek deyiş tarzından yani nazımdan başka şey de yoktur. Zira güzel bira nesrin de sadece bir nesirden ibaret olduğundan şüphe ettirecek bir ritmi olmalıdır. Buffon poemlerden başka bir şey yazmadığı gibi, Bossuet, Chateaubriand ve Flaubert de aynı şeyi yapmışlardır. Eğer “Les Epoques de la Nature” hem bilginleri, hem filozofları heyecanlandırmışsa, bu keyfiyet onun muhteşem bir poem olmasına engel olmamıştır. Bay Brunetiere nevilerinin evriminden büyük bir ustalıkla dem vurdu. Ve gösterdi ki Bossuet’nin nesri daha sonraları Victor Hugo’nun içinde odunculuk ettiği büyük lirik ormanda açtığı yerlerdir. Lâkin neviler olmadığını ileri süren yahut bir tek nevi olduğunu kabul eden fikre taraftarım. Hem bu kanaat da zaten felsefe ile ilmin son neticelerine uygundur. Evrim fikri az zamanda beka, daimilik fikirlerinin önünde silinip gidecektir.
Acaba yazmak öğretilebilir mi? Burada mevzuubahis olan üslûptur. Bu, bay Zola çalışmakla Chateiubriand olabilir miydi, yahut bay Quesnay de Beaurepaire dikkat ve gayret ederek Rabelais olabilir miydi, diye sormakla aynı şeydir. Bu, akçam levhası üzerinde kıymetli mermerleri taklide çalışan kimse kendisine iyi yol gösterilmiş olsaydı acaba fakir balıkçı tablosunu vücuda getiremez miydi, yahut da Paris evlerinin iç sıkıcı cephelerini Korent üslûbuna göre yapan sıvacıya yirmi dersten sonra “cehennemin kapısı” yahut da Philippe Pot’nun mezannı yarattırmak kabil olmaz mı diye sormakla birdir.
Acaba yazmak öğretilemez mi? Burada Üzerinde durulan bir zanaatın unsurlarıdır. Akademilerde ressamlara öğretilen cinsten şeylerdir. Bu ise öğretilebilir, renksiz basma resimler gibi doğru ama dümdüz yazmak öğretilebilir. Edep ve hayaya uygun bir tarzda yazmak öğretilebilir. Düpedüz kötü yazmak ama gene de edebî meziyetiyle mükafat kazandırtacak şekilde yazmak öğretilebilir. Çok iyi bir şekilde yazmak öğretilebilir ve bu da kötü yazmanın bir başka türlüsüdür. Böyle çok mükemmel yazılmış kitaplar ne kadar iç sıkıcıdırlar, başka değerleri de yoktur.
* Fikir Üretimi, MEB Yayınları, 1991, s. 6-10
Yorum Yap!
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.