Sevim Gündüz*
Yazmak eylemi bizim dışımızda bir olgu değil, içimizdeki bir yaşantının dışavurumudur. Bununla şunu kastediyoruz: Çevremizde gördüğümüz kişileri, onların yaşam deneyimlerini gözlemleyip içimize alır; birikimlerimiz, dünya görüşümüz, deneyimlerimizle harmanlar, o kişiliklere belki yeni nitelikler yükler, onlarla kendi içimizde yaşayarak onları bizim yaparız. Sonra da bu yaşantıyı dışa vururuz. Yazmaya başladığımız zaman birincil işimizin yazmak olması gerektiğini hiç unutmayalım. Yazmak, hobi olmaya katlanabilecek bir iş değildir. Tersine, sizi başka işlerle ve kişilerle paylaşamayacak ölçüde kıskanç bir etkinliktir. Tüm beyninizle ve yüreğinizle kendisiyle bütünleşmenizi ister. Yazdığımıza önce kendimizin inanması, onu önce kendimizin beğenmesi gerekir. İçtenlikten en küçük bir sapmayı yazımız bir biçimde hemen ele verir.
Yazmak, gizlerin çözümlenmesidir, yaşamın önünü kavramak için çıkılan yoldur, dünyada bir şeylerin değişmesi için gösterilen çabadır. Yazmak, yaşamı keşfetmektir, başka insanların evrenini tanımaya çalışmaktır. Bir Bizi çözmeye başladığımız, bir bilinmeyene el attığımız an, başka koyaklara, başka izleklere daldığımızı fark ederiz. Bu yeni izlekler bizi o güne değin tanımadığımız dünyalara götürebilir. Yazarken bütün bunları amaçladığımız için mi yazarız? Belki “evet”, ama daha çok da “hayır” bence. Yazmadan edemediğimiz için yazarız, yalnızca yazmak için yazarız. İçimizdekiler boy verip, yalnızca bizim onlara yetemeyeceğimiz kadar olgunlaştıkları, dışa taşmak istedikleri zaman, kendimizi yazmaktan alıkoyamadığımız için yazarız.
Yazmak Prof. Nermi Uygur’un dağcılığı konu ettiği bir denemesinde, anlattığına benzer bir süreçtir. Şöyle der Nermi Uygur:
“Dağcının amacı, doruğa çıkmaktan çok tırmanmaktır; tırmanmanın kendisidir, zorlukları aşabildiğinigörmektir.”3
Denizle yakından ilgili bir dostum ve asil işleri gemicilik olan dört arkadaşı küçük bir yatla, büyük bir göl boyutlarında olmasına karşın, dipteki çukurlar ve kimi özellikleriyle çok tehlikeli olabilen Marmara Denizi’ne açılmışlar. Bir gece korkunç bir fırtına çıkmış, kopkoyu bir karanlık içinde ölümle burun buruna saatler geçirmişler. Beşi de karaya ayak basabilirlerse bir daha denize çıkmayacaklarına antlar içmişler. Gün doğarken kendilerini Marmara Adası’nın dingin, insanın içini erinçle dolduran, güvenli bir koyunda bulan beş kafadar, geceki cehennemi hemencecik unutmuşlar, ilerideki günlerde yine denize açılma planları yapmaya koyulmuşlar. Yazmak da böyle bir serüven işte. Yazma eyleminin kendisi sıkıntılı, acılı. Fakat yazar, tıpkı dağcılar gibi, denizciler gibi, o sıkıntılı süreci atlatır atlatmaz, yeni bir yaratma sürecine girmek için can atar. Yazmanın amacını, üne kavuşmak, para kazanmak, ya da yüce duygularla insanlara ulaşmak, onlara kendi sözünü söylemek olarak görenler de var kuşkusuz. Amaç ünse, üne kavuşmanın çok daha kolay yolları var. Para kazanmak, üstelik yazarın düşünde bile göremeyeceği kadar çok para kazanmak için çok daha elverişli yollar bulunabilir. Başkalarına ulaşmak, insanları ve dünyayı değiştirmekse, öğretmen, avukat, doktor, din adamı ve daha başka iş sahipleri de bunu yapabiliyor; onların da amaçları yücelik bakımından yazarınkinden geride kalmaz. Kısacası bu ereklere ulaşmak için yazmak gibi dikenli bir gömleği giymek biricik yol değildir. Üstelik de hesapta yazdıkça içsel dünyanın zenginleşmesi, zenginleştikçe dikenli gömleğin öcünün de büyümesi söz konusuyken. Yine Flaubert‘in çok aziz dostu George Sand‘a yazdığı bir mektuptan bir alıntı yapalım. Flaubert başının gerisindeki bir ağrıdan yakınır ve şöyle yazar:
“…Bunun sorumlusu büyülü uğraşımızdır. Bedenimize de ruhumuza da acı çektiriyoruz. Fakat ya acı geçerliği olan tek şeyse?…”4
Demek ki sıkıntılara, çekilen acılara karşın yazıyorsak, bunun asil nedeni içimizdeki karşı konulamaz itkidir; bize, dolaylı olarak da dış dünyaya kazandıracağına inandığımız içsel zenginliğe duyduğumuz özlemdir. Ve tek kaygımız yazdıklarımızın iyi olup olmadığıdır, daha doğrusu bu olmalıdır.
Yeni bir yazıya başlarken, sanki ilk kez yazıyormuşuz gibi davranmak içimizi amatörce bir coşkuyla dolduracaktır. Amatörce bir coşku çok önemlidir. Alışkanlıkların kolaylığına ve sınırlandırıcılığına sığınmamak; yanlış yapmamak için gösterilen özen; yürek dolusu sıcaklık; hiçbir çıkar gözetmeden kendimizi yaptığımız işe katmaktır amatörce yaklaşım. Korkudur, coşkudur, yorgunluktur, kaygıdır, acıdır, sıkıntıdır ve mutluluktur; tüm bu duyguların bileşimidir. İşte bu nedenlerle çok önemlidir Oysa profesyonellikte coşku olmayabilir. Ne yaptığımız, ne yapacağımızı bilmenin rahatlığına ve kurallara yaslanabiliriz; o denli özenle davranmayabiliriz; zaten yeterince anlaşılamayacağımızı düşünür, tepeden bakabiliriz bizce yüzlerinin belirsiz çizgileri bir örnek olan okurlara. İşte bu nedenlerle de amatör ruhumuzu korumaya, onu yaş atmaya çalışmalıyız. Amatörce coşkumuz bizi profesyonelliğin olası kendini beğenmişliğinden, ne yapacağını bilmenin kolaylığından korusun diye.
Herkes Yazabilir mi?
Herkesin içinde bütün yetileri çekirdek halinde barındırdığım söyler Kant. Buna göre herkes yeterince çalışırsa yazar olabilir. Burada, çocukluğumda beni çok etkilemiş olan iki masalcı nineyi anlatmadan geçemeyeceğim. Babamın ilkokul öğretmeni olduğu dönemde, üç yıl, şimdi Güney Kıbrıs’ta kalan Malya diye bir dağ köyünde bulunduk. Malya’ya gittiğimiz zaman ben yedi yaşındaydım, kardeşimse altı. Çok iyi dost olan ve günlerinin büyük bir bölümünü birlikte geçiren iki masalcı nine sık sık bize gelirdi geceleri. Hava çok soğuk ya da yağışlı değilse kardeşimle, köyün yaslandığı yamacın en yukarısındaki evimizin balkonuna çıkar, “Masalcı Nineler”in yolunu gözlerdik. Çok yıldızlı gecelerin karanlığında bir fenerin açıklarda ateş böceği gibi parlayan, dönemeçlerde, bir ağacın ya da bir duvarın arkasında yiten, sonra birden yine görünüveren kırmızımsı sarı ışığını izlerdi gözlerimiz. Işık bizim evin yüksek bahçe duvarının ardında gözden gittiği zaman, ikimiz de soluklarımızı tutarak kapı mandalının tıklamasını beklerdik. Avluda fenerin ışığında, hafifçe öne doğru eğilmiş iki karaltı merdivene yaklaşınca sevinçle bağırırdık: “Anne, Masalcı Neneler geldi!” Televizyonsuz yılların güzelim kış gecelerinde, sevgiyle öpüşüp koklaşmalardan sonra, kor dolu mangalın çevresinde oturur, kestane ya da şekerle kavrulmuş badem kokuları odayı doldururken, ceviz, fıstık kabuklarının kırılırken çıkardığı çıtırtılar arasında, bir süre bizim çok uzağımızda olan ama bizlerden kişilerin de katıldığı, yine de bizlerin çok dışındaymış gibi görünen savaş (II. Dünya Savaşı) haberleri konuşulduktan sonra, gözlerimiz açılmış, masalcı ninelerin ağzından çıkacak “Bir varmış, bir yokmuş…” sözcüklerini beklerdik.
Yaşları epey ilerlemiş olan nineler, neler anlatmazlardı ki! Daha doğrusu ne güzel anlatırlardı demek gerekiyor. Okuma yazmaları yoktu ama dünyaları öylesine zengindi ki, kendilerini masallar aracılığıyla anlatmasalar ruhsal dengeleri bozulurdu herhalde.
Anlattıkları masallarda olaylar üç aşağı beş yukarı aynıydı. Ancak her anlatışta masala öyle ayrıntılar eklerler, öyle değişik renkler katarlardı ki bizi her kezinde bambaşka dünyalara götürürlerdi. Genelde masallarını ayrı ayrı anlatırlardı fakat bazen her zamankinden daha çok coşarlar, masal kişilerini karşılıklı konuştururlardı. Her yere birlikte gidiyorlardı. Aynı masalı kimileyin biri, kimileyin öteki anlatırdı. Birbirini yüzlerce kez dinlemiş olmalarına karşın sıkılmazlardı.
Geriye dönüp baktığım zaman bu olayda yetenekle birlikte bilinçsizce bile olsa çalışmanın da söz konusu olduğunu görüyorum. Anlatma yetenekleri bu sevgili ninelerin fark edilmelerini sağlamış; birçok kez anlatmak onların yetilerini bileylemiş; kendileri fark etmeden anlattıklarıyla beslenmişler, coşku duymuşlar, zenginleşmişler, bilmeden bir öyküleme sanatı geliştirmişlerdi. Ham yetenek hamlıktan kurtulmuş, yaratıcılık kazanmıştı.
Anlattıklarım günlük yaşamı da katıyorlardı kimileyin: “Hani dün Hüseyin Efendi Ayşe Hanım’a şöyle şöyle demiş ya… Padişahın yaptığı da aynı şey.” diye masal dünyasını yaşadığımız güne, ya da kendi dünyalarına taşırlar, dolayısıyla fark etmeden, anlattıkları dünyaya bizim hepten ve kolaylıkla girmemizi sağlarlardı.
Bugün roman ve öykü konusunda birçok kitap okuduktan sonra, iyi bir romanın ve öykünün pek çok özelliğini, çocukluğumun o sevgili ninelerinin masallarında görebiliyorum.
————-
3 Correspondence of Gustave Flaubert and George Sand. Fransızca’dan İngilizceye çevirenler Francis Steegmuller ve Barbara Bray. The Harvill Press Editions- London. 1999. (Yukarıdaki bölümün çevirisi: S. Gündüz).
4 Correspondence of Gustave Flaubert and George Sand. Fransızca’dan İngilizce’ye çevirenler Francis Steegmuller ve Barbara Bray. The Harvill Press Editions- London. 1999. (Yukandaki bölümün çevirisi: S. Gündüz)
*Sevim Gündüz’ün Toroslu Kitaplığı’ndan çıkan Öykü ve Roman Yazma Sanatı adlı kitabının 2007’de yayınlanan 2. Baskısının 2. Bölümüdür (s. 15-18).
Yorum Yap!
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.