Cheryl TANRIVERDİ*
Yazmaya başlamadan önce ilham gelsin diye beklerken boş kağıda çaresizce bakmanın nasıl bir şey olduğunu çoğumuz biliriz. Ne denli beklersek o denli kötüleşir durum. Özel bir kaleme, sandalyeye ya da ışığa gereksinim duyduğumuz sonucuna varırız. Bir bardak çay ya da kahve içene dek işe başlayamayız. Doğru sözcükler yine de gelmiyorsa, yazacaklarımızı ertelemek için binbir türlü bahane uydurmakta üstümüze yoktur.
Ünlü yazarların bu tür problemlerle karşılaşmadıklarını düşünüyor olabilirsiniz. Yanılıyorsunuz! Dünyanın en saygın yazarları bile başyapıtlarını yaratmak için büyük acılarla ve emeklerle savaşım veriyorlar.1929 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Alman yazar Thomas Mann, “Yazar, yazma eylemini gerçekleştirirken öteki kişilerden daha fazla zorlanan kişidir” demişti.
Yalnızca güç değil, ürkütücü de… 1954 Nobel sahibi Amerikalı yazar Ernest Hemingway karşılaştığı en korkutucu şeyin boş bir kağıt olduğunu söylemişti. 1982 yılında Nobel Ödülü’nü alan Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez ne zaman yazmaya otursa korkuyla dolduğunu söylemişti. 1962 Nobel ödülü sahibi Amerikalı John Steinbeck, “Her zaman ilk satırı doldurabilmekten korkmuşumdur” demişti. Popüler bilim kurgu yazarı Stephen King “En korkunç an, başlamadan hemen önceki andır” diyerek onlarla aynı düşünceyi paylaşıyor.
Dünyanın en iyi yazarlarının çoğu çalışırken kendilerini fiziksel olarak tükenmiş hissederler. Rus romancı Fyodor Dostoyevsky yazdığı zaman hastalandığını söylemişti. Benzer bir biçimde, İngiliz bilim kurgu yazarı George Orwell yazmayı “yorucu, tüketici bir savaşım” olarak tanımlayarak ağrılı bir hastalığa benzetmişti. Türk şair Mehmet Âkif Ersoy’a mısralarını yazarken ter bastığı söylenir. Stephen King kendinden o denli nefret etmişti ki, ilk çalışmalarından birini çöpe atmıştı. Amerikalı Mark Twain sekiz yılını alan Huckleberry Finn’in Maceraları’nı neredeyse yakıyordu.
Ünlü yazarlara verilmiş olan ilham perisi kısmen sıkı disiplinden kaynaklanıyor. 1953 Nobel Ödülü sahibi İngiliz Winston Churchill, “İlham gelsin diye oturup beklerseniz, yaşlanana değin oturursunuz!” demiş, her gün saat dokuzda başlayıp en az dört saat yazacak biçimde işleri planlamayı önermişti. “Vahşetin Çağrısı” ile ünlü Amerikalı romancı Jack London, ilhamın kapıyı çalmasını beklemenin hiçbir mantıklı yanı olmadığı söylemiş, “Onun peşinden bir sopayla gitmelisiniz” demişti. Birçok saygın yazar da öyle yapıp disiplinli bir yazma planı uyguluyor. Gün ağarırken uyanıp kimseler ortada yokken çalışmaya başlıyor. Ötekiler de her gün çalışıp sayfaları dolduruyorlar.
Thomas Mann için günde iyi yazılmış bir sayfa memnuniyet vericiydi. Ernest Hemingway’in sıkı bir programı vardı, günde ortalama 500-1000 sözcük döküyordu kâğıda. İngiliz romancı Anthony Trollope yazdıklarının kaydını titizlikle tutuyordu; bir keresinde bir haftada 112 sayfaya ulaşmıştı. 2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Türk yazar Orhan Pamuk gazetecilere günde düzenli olarak on saat yazdığını söylemişti.
Sıkı disiplin her zaman güzel yazılar çıkarmıyor ortaya. Yazarlar öteki tekniklerden de yararlanıyorlar. Birçok yazar sandalyeye oturarak bir masada çalışırken, az bir bölümü de ayakta durmanın daha iyi olduğunu düşünüyor. Kimi romanları için Ernest Hemingway daktilosunu bir kitaplığın üzerine koyuyor ve ayakta durarak yazıyordu. Rus Vladimir Nabokov ve Amerikalı Thomas Wolfe da yazarken ayakta durmayı yeğleyenlerden… Ancak yazarken dik durmak Kahvaltı” Truman Capote’nin işine yaramıyormuş. “Tiffany’de Kahvaltı” gibi klasiklerin yazarı, yatakta ya da bir kanapede uzanmadığı sürece düşünemediğini söylemişti. Capote yazarken konyak yudumlamaktan ve sigara içmekten hoşlanıyordu. XIX.
Yüzyılın yazarı Fransız Honoré de Balzac espresso kahveye düşkünken, 1949 Nobel Ödülü sahibi Amerikalı William Faulkner viskiyi yeğliyordu.
Yaratma sürecinde yer alan asıl araçlara gelince, yazarlar son derece tuhaf ve kimi zaman batıl inanışlara sahip oluyorlar. Çoğunun kurşun ve tükenmez kalem, not defteri, daktilo ya da bilgisayarlarla ilgili tercihleri var. Tüm bunların masada duruş düzeni bile var. Bir kalem yazmak, ötekisi düzeltmek, bir ötekisi de yeniden yazmak amacıyla kullanılabiliyor. Yazarlar camdan dışarıyı seyredebilir, özel bir sandalyeye oturabilir, yirmi tane kalem açabilir ya da işe başlarken uzun bir yürüyüş yapabilirler. İngiliz polisiye yazarı Agatha Christie, küvette oturmuşelma yerken kitaplarına konular bulduğunu söylüyordu. “Davinci Şifresi”nin Amerikalı yazarı Dan Brown masasında bir kum saati bulunduruyor ve doğrulup düzelmek için her saat başı yazmaya ara veriyor.
Bir çok başarılı yazar bilgisayar kullansa da, halen “eski moda” yöntemleri yeğleyenlerin sayısı şaşırtıcı derecede çok. “İngiliz Hasta”nın yazarı Kanadalı Mishael Ondaatje onlardan biridir. Elle yazıyor ve yapmakta olduğu işin genel durumunu görmek için sayfaları masanın üzerine dağıtmayı seviyor. Bilgisayar ekranındaki küçük metin penceresinin çok kısıtlayıcı olduğunu söylüyor. İlk aşamayı bitirdikten sonra makas ve bantla metni kesip yapıştırarak yeniden düzenliyor. Bilgisayara geçirilebilsin diye, yazısının son biçimini okuyarak kasede kaydediyor. Altan Öymen ve Hıfzı Topuz’un da aralarında bulunduğu tanınmış Türk yazarlarının kimileri yazılarını elle yazıyorlar. Orhan Pamuk romanlarını dolmakalem ile yazıyor.
Sırada beklerken, kafede otururken, otobüs beklerken, kısacası her yerde elle yazılabileceğini söylüyor çoğu yazar, tercihleri de bu yüzden o yönde. Peçeteye ya da bir makbuzun arka tarafına kasralayabiliyorsunuz bir şeyler. Kimileri, bilgisayarda yazmanın çok kolay ve bunun da kötü yazarların daha da kötü yazmalarına neden olduğunu iddia ediyor.
Amerikalı saygın romancı Joyce Carol Oates bilgisayarda yazmayı denediyse de, günde 12 saat çalıştığından kendisini “beyni uyuşturulan bir fare gibi” hipnotize olmuş hissetmişti.
Notlarını kendi el yazısıyla ve daktiloyla yazmaya devam etti. Daha yaratıcı olduğunu hissediyordu. “Camdan dışarı bakabiliyor ve kendimi daha insan gibi hissedebiliyorum. Bu çok mutlulukl verici” demişti.
Teknik ayrıntılar şöyle dursun, büyük yazarlar yetenekleri olduğu için büyükler. Ancak sıkı çalışma ve disiplin olmaksızın yetenek yeterli olmuyor. Kimi zaman yazarların kafalarındaki sesler ve karakterler tarafından yönlendirildiklerini, ne yaptıklarının pek de farkında olmayarak kendilerinden geçip yazdıklarını düşünürüz. Bu gibi bir özelliğe nadiren rastlanır.
Gerçek şu ki büyük yazarlar büyük eserler meydana getirmek için iyi çalışırlar. Fransız yazar Gustav Flaubert “Madam Bovary’nin tek bir sayfası üzerinde beş gün harcadığını belirtmişti. “Hobbit” ve “Yüzüklerin Efendisi”nin İngiliz yazarı J.R.R. Tolkien kitaplarını defalarca yeniden yazmış. Ernest Hemingway “Silahlara Veda”nın son sayfasını son biçimine getirene kadar 39 defa yazmış. Kendisine sorunun ne olduğu sorulduğunda, Hemingway, “Sözcükleri doğru yerlerine oturtmak” diye cevap vermiş.
Bu kolay bir iş değil, en iyiler için bile…
*( “Bir Başka Bakış”, Bütün Dünya, 1 Mart 2007, s.63-67)
Yorum Yap!
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.