fbpx

Destansı Anlatı ve Roman

Mikail Bakhtin*

Çeviren: Osman Senemoğlu

Yazınsal tür olarak roman incelemesi özel güçlükler sunar. Bu güçlükler, konunun ayrıcalığından kaynaklanır: roman evrim içinde bulunan tek türdür, bu evrim de henüz bitmemiştir. Gözümüzün önünde oluşmaktadır. Roman türünün doğu şu ve evrimi, tarihin aydınlığında gerçekleşiyor. Kemik yapısı henüz sertleşmiş değil ve yoğrumsal (plastik) olanaklarını şimdiden kestiremeyiz.

Öteki türleri bitmiş durumlarıyla biliyoruz yazınsal sanat deneyiminin döküldüğü sağlam kalıplardır bunlar. Oluşumlarının eskil süreci tarihsel zamanların ötesinde yer alır. Destansı anlatı, yalnızca uzun süreden beri bitmiş bir tür biçiminde değil, son derece eskimiş bir tür biçiminde de karşımıza çıkar. Kimi kısıtlamalarla öteki ilksel türler için, tragedya için bile, aynı şeyler söylenebilir. Bildiğimiz kadarıyla, bunların tarihsel varlıkları, sertleşip katılaşmış kemik yapılarıyla, oluşumları bitmiş türlere tıpatıp benzer. Her birinin, yazında gerçek tarihsel bir güç etkisi yapan, kendi kuralları vardır.

Bütün bu türler, ya da hiç değilse bunların başlıca ögeleri, yazıdan ve kitaptan çok daha eskidir. Eski çağlardaki özniteliklerini, yani sözlü ve dinleyicilere okunmak için tasarlanmış kimliklerini az ya da çok korurlar. Büyük türler içinde yalnız roman yazıdan ve kitaptan daha yenidir ve yalnız roman sessiz alımlamanın yeni biçimlerine, başka bir deyişle okumaya, uygundur. Ama önemli olan, öteki türlerin tersine, romanın kurallarının bulunmayışıdır: tarihsel olarak tek tük roman parçalarına rastlanır, ancak roman kuralları diyebileceğimiz bir şeye rastlanmıyor. Öteki türlerin incelenmesi ölü dillerin incelenmesine, romanın incelenmesiyse yaşayan dillerin, özellikle de genç dillerin incelenmesi ne benzer.

Bir roman kuramının olağanüstü güçlüğü de buradan kaynaklanır. Çünkü bu kuramın konusu öteki türlerin kuramından apayrıdır. Roman sıradan bir tür değildir. Uzun süreden beri oluşmuş, kısmen ölmüş türler arasında hâlâ bir tek roman evrim içindedir. Yalnızca romanı evrensel tarihin çağcıl dönemi doğurmuş ve beslemiştir; demek ki roman, çağcıl döneme çok yakından bağlıdır; oysa bir kalıt olarak aktarılmış, oluşumları bitmiş Öteki soylu türlerin tek işi, yeni varoluş koşullarına iyi kötü ayak uydurma ya çalışmaktır. Bu türlerle karşılaştırılınca romanın başka bir yapısı olduğu görülür. Öteki türlerle pek bağdaşmaz. Yazında üstünlüğünü kurmaya çabalar roman ve başarıya ulaştığı yerlerde öteki türler çöküverir. Eski çağ romanının tarihi üstüne yazılmış en iyi yapıtın (Erwin Rohde’nin yapıtı), romanın tarihsel gelişmesinden pek söz etmeden tüm eskil soylu türlerin çözülme sürecini anlatması boşuna değildir.

Türlerin belli bir dönemdeki etkileşim sorunu çok önemli ve ilgi çekici bir sorundur. Kimi dönemlerde (yunan klasisizmi, roma altın çağı, klasik dönem) seçkin yazında -egemen toplumsal sınıfların yazınında-, bütün türler uyumlu biçimde birbirlerini tamamlar ve bir türler bütünü olarak tüm yazın da büyük ölçüde üst düzeyden örgensel bir bütün görünümü sunar. Oysa, roman hiçbir zaman bu bütün içinde yer almaz. Öbür türlerle bir uyum içinde değildir ve o dönemlerde, seçkin yazın eşiğini aşmadan “yarı resmî” bir varlık sürdürür. Seçkin yazın -aşamalı biçimde düzenlenmiş örgensel bütün- yalnızca kişileri belirlenmiş ve tanımlanmış olan türleri kapsar. Bu türler, özelliklerini koruyarak birbirlerini sınırlar ve bütünleyebilirler. Söz konusu türler tektir ve derin yapısal özellikleriyle aralarında yakın ilişki vardır.

Geçmiş dönemlerin örgensel nitelikli büyük yazınbilim yapıtları, Aristophanes’in, Horatius’un, Boileau’nun yapıtları, yazının bütünlüğü ve kapsadığı türlerin uyumlu birliği konusunda çok duyarlıdır. Bu yazınbilim yapıtları, bu uyumu somut olarak algılamış gibi görünmekteler, güçlerinin, eşsiz ve tam bütünlüklerinin türleri bütünüyle kapsamaları kaynağı da budur. Hepsi de romanı görmezlikten gelir. XIX. yy’ın bilimsel yazınbilim anlayışındaysa aynı bütünlük yoktur: bunlar, canlı ve örgensel bir, bütünlüğü değil de soyut ansiklopedik bir bütünlüğü amaçlayan seçmeci, betimleyici yazınbilimlerdir. Belli bir dönem yazınının canlı bütünlüğü içindeki kesin türlerin bir arada bulunan olanağına değil de, elden geldiğince geniş bir derlemeye yöneliktir bu yazınbilimler. Bunun sonucunda, romanı bilmezlikten gelemezlerdi, ancak var olan türlere eklemekle (baş köşeye yerleştirmekle) yetindiler. (Ötekiler arasında bir tür olarak roman da derlemede yerini aldı; ama roman, yazının bütününe bambaşka bir yoldan girdi.)

Romanın öteki türlerle iyi ilişkiler içinde olmadığını yineleyelim. Bu sınırlama ya da birbirinin yerini almaya dayalı hiçbir uyum söz konusu olamaz. Roman, öteki türleri (tür olarak) yansılar; bu türlerin kalıplaşmış biçim ve dillerini ortaya koyar, kimilerini elen, kimilerini de, bambaşka bir hava vererek yeniden yorumlar, kendi özyapısına katar. Yazın tarihçileri bu olguyu, kimi zaman, akımlar ve yazın okulları arasında bir savaşım olarak görme eğilimindedir. Kuşkusuz, böyle bir savaşım vardır ama bu savaşım tarihsel açıdan hiç önem taşımayan bir yanolaydır. Bunun ötesinde, türlerin daha derin, daha tarihsel bir çatışmasını, bir oluşumu ve yazınsal türlerin kemik yapısının gelişimini görebilmek gerekir.

Romanın egemen bir tür durumuna geldiği dönemlerde çok ilginç olgular gözlemlenir. O zaman, tüm yazın bir çeşit “türlerin eleştirisi” ile bu evrim sürecinden etkilenir. Eski yunan uygarlığının kimi evrelerinde, ortaçağın sonunda, Rönesans’ta ve çarpıcı, göze batıcı biçimde XVIII. yy’ın ikinci yarısından sonra böyle olmuştur. Roman egemen olunca, öteki türlerin tümü ya da tüme yakın bir bölümü de az çok “romanlaşır”: tiyatro yapıtları, örneğin Ibsen’in, Hauptmann’ınkilerle, tüm natüralist tiyatro yapıtları, şiir, örneğin Byron’un Childe Harold ve Don Juan’ı ve lirik şiir (Heinrich Heine çok belirgin bir örnektir) için bile durum böyledir. İnatla eski kurallarını koruyan türlerse biçemleşmeye yönelir. Genellikle kendi kurallarına kesin bir bağlılık gösteren türde, yazarın istencine karşın biçemleşme eğilimleri, kimi zaman da yansılayıcı biçemleşme ortaya çıkmaya başlar. Egemen tür durumuna geçen roman karşısında kurallara kesin bağlı türlerin geleneksel dilinde, romanın seçkin yazın içinde yer almadığı dönemlerde kullandıklarından değişik bir hava ortaya çıkar.

Türlerini ve biçemlerin yansılayıcı biçemleşmeleri romanda önemli bir yer tutar. Roman sanatı gelişirken (özellikle bu gelişme hazırlanırken) yazın, tüm soylu türlerin (özellikle türlerin, kimi yazarların ya da akımların değil) yansılanma ve kılık değiştirme baskınına uğrar. Romanın örüsü, uydusu ve bir bakıma da ilk taslağı olarak görülen yansılamalardır bunlar. Ne var ki, romanın kendi içindeki çeşitlemelerin hiçbirine ağır basma olanağı vermemesi dikkat çekicidir. Tüm roman tarihi boyunca, bu türün belli bir çağda egemenlik kuran ya da tutulan ve orta malı olma eğilimi gösteren başlıca çeşitlerini değiştirmeye ya da yansılamaya özen gösterilmiştir: şövalye romanının (ilki XIII. yy’a dayanır, Dit d’Aventures adlı yapıt), barok romanın, kırsal romanın (Sorel’in Le Berger Extravagant’ı /Zirzop Çoban/) , duygusal romanın (Fielding ve Musaus’un(1) Grandison II’si) yansılamaları, vb… Romanın bu özeleştirisi en önemli özeliklerinden biridir…

Öteki türlerin “romanlaşması” nasıl gerçekleşiyor? Daha özgür, daha esnek bir niteliğe bürünüyorlar, dilleri de, yazındışı bir çokdillilik, yazınsal dilin “romansı” katmanları doğrultusunda yenileniyor. Konuşma diline yaklaşıyorlar. Üstelik gülünçlük alay, gülmece, özyansılama öğeleriyle de donanıyorlar. En önnemlisi de, roman bu türlere, bir sorunsal, özgül nitelikli anlamsal bir bitmemişlik katar oluşum içindeki çağlarıyla (bitmemiş durumlarıyla) canlı bir ilişkiye sokar. İleride göreceğimiz gibi, tüm bu olgular, türlerin, yazınsal anlatımların oluşturduğu yeni bir yapılaşma bölgesine (bitmemiş bugünle ilişki bölgesine) aktarımıyla açıklanır. Bu bölgeyi ilk kez roman özümsemiştir.

“Romanlaştırma” olgusu, yalnızca romanın dolaysız ve zorlamasız etkisiyle açıklanamaz kuşkusuz. Gözlemlenip kanıtlanabildiği yerlerde bile, romanı da belirleyen ve belli bir çağda egemenliğini koşullandırmış olan gerçekteki dönüşümlerin dolaysız edimine de çok yakından bağlıdır bu etki. Roman, oluşum içindeki tek tür olduğundan gerçeğin evrimini daha derinden, daha Özden, daha duyarlı ve daha çabuk biçimde yansıtır: bir evrimi, yalnız kendisi de evrim içinde bulunan anlayabilir. Roman, yeni çağların yazınsal evrim sahnesindeki başkişi durumuna geldiyse, nedeni yeni dünyanın evrimsel eğilimlerini en iyi kendisinin yansıtmasıdır. Çünkü roman, bu dünyadan doğma ve her yanıyla onunla aynı özniteliği paylaşan tek türdür; tüm yazının gelecek dönemlerdeki evrimini kendisi önceden geçirmiş, bugün de geçirmektedir. İşte bu nedenle, yazının efendisi durumuna gelen roman, öteki türlerin yenilenmesine katkıda bulunuyor, kendi evrimini ve bitmemişliğini bu türlere de bulaştırıyor. Kendi evrimi, oluşum içindeki yazının temel yönelimine uyduğundan öteki türleri zorla kendi yörüngesine sokuyor roman. Hem yazın kuramını hem de yazın tarihini incelemek için en önemli kaynak olması bu yüzdendir.

Ne yazık ki, yazın kuramcıları, romanla öteki oluşmuş türler arasındaki çekişmeyi de, tüm “romanlaşma” olguların da, okullarla akımların varlığına ve bunların çatışmasına indirgiyor. Örneğin, romanlaştırılmış bir şiiri “romantik şiir” diye niteliyorlar (ki doğrudur) ve söylenebilecek her şeyin söylenmiş olduğunu sanıyorlar. Yazın sürecinin yüzeysel ışıltısı ve hayhuyu içinde eleştirmenler, türlerin başkişi durumunda olduğu, eğilimlerle okullarınsa ikinci ve üçüncü sırada kaldığı yazının ve dilin büyük yazgısını göremiyorlar.

Roman söz konusu olunca yazınsal kuramın tüm güçsüzlüğü de ortaya çıkıyor. Hazır, oluşmuş, tanımlanmış, açık seçik konu niteliğindeki öteki türler yazın kuramına güvenilir ve kesin biçimde çalışma olanağı sağlıyor. Bu türler, gelişimlerinin geleneksel çağlarında durallıklarını ve kurallarını her zaman korumuşlardır. Çağlara, akımlara, okullara göre çevresel değişimler geçirirler ve sağlam yapıları bunlardan etkilenmez. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu hazır türlerin kuramı, Aristoteles’in yaptıklarına, günümüze dek özlü herhangi bir şey ekleyememiştir. Yer yer izlenemeyecek derinliklere dalarsa da, Aristoteles’in yazınbilimi, türler kuramının değişmez temeli olma niteliğini sürdürüyor. Roman söz konusu olmadıkça her şey yolunda ama “romanlaşmış” türlerde bile kuram çıkmaza giriyor. Roman sorunu karşısında, türler kuramının temelden değiştirilmesi, yeniden ele alınması zorunludur.

Bilginlerin titiz çalışmalarıyla, çok sayıda tarihsel belge derlendi. Romanın şu ya da bu çeşidinin kökenine ilişkin birçok soru aydınlandı. Ne var ki, özü açısından bakıldığında, tür sorunu belirli bir ilkeye bağlanamadı. Roman, bugün de öteki türler içinde bir tür olarak görülüyor, oluşmuş türlerden ayrılmasına yarayan özellikleri saptanmaya uğraşılıyor, değişmez ve güvenilir bir kesin belirtiler dizgesi olacak iç yasalar bütünü saptanmaya çalışılıyor. Birçok durumda, roman üstüne yapılan araştırmalar, elden geldiğince çok roman çeşidini sayıp betimlemekle sınırlanıyor. Ancak, sonuçta, tür olarak romanın bireşimini yansıtan bir çözüme ulaşılamıyor. Dahası, araştırmacılar roman türünün, hemen sonra belirtilen kuşkularla değerini yitirmeyecek, kesin ve sürekli bir tek özelliğini bile çıkarmayı başaramıyor.

İşte bu “sınırlayıcı” özelliklere birkaç örnek: roman çeşitli düzlemleri olan bir türdür, ama tek düzlemli çok güzel romanlar vardır; roman, çarpıcı ve devingen bir öz içeren türdür, ama kimi romanlar salt betimlemenin sınırındadır; roman, sorunlar ortaya atan bir türdür, ama yaygın üretimin bütünü, öteki türlerin erişemeyeceği , dinlendirici ve uçarı bir özellik sunar. Roman bir aşk öyküsüdür, ama Avrupa romanının en üstün örnekleri tümüyle aşk izleğinden yoksundur; roman düzyazıyı kullanan bir türdür, ama dizelerle yazılmış çok güzel romanlar bilinir. Haklı olarak getirilen sınırlamalarla değerini yitirmiş daha pek çok “özellik” sayabiliriz.

Belli bir çeşidi, doğru, zorunlu ve güncel tek biçim sayan romancıların yaptığı kuralcı tanımlar bunlardan çok daha ilginç ve mantıklı. İşte, örneğin Rousseau’nun La Nouvelle Heloise için, Wieland’ın Agathon için, Wetzel’in Tobias Knaut(2) için yazdığı önsözler. İşte romantiklerin Wilhelm Meister ve Lucinde’ye(3) ilişkin çeşitli bildiri ve açıklamaları. Romanın tüm çeşitliliğini kucaklamaya ya da romanın seçmeci bir tanımını vermeye çalışmayan bu yargılar gene de söz konusu türün canlı oluşumuna katkıda bulunur ve genellikle, evrimin belli aşamasında, romanın öteki türlerle ve kendisiyle (egemen ve tutulan biçimleriyle) olan çatışmasını özlü ve doğru biçimde yansıtır. Bu yargılar, romanın yazındaki öteki türlerin konumuyla hiç benzeşmeyen, özel konumuna çok yaklaşır.

Bu bakımdan, XVIII. yy’da yeni bir roman türünün doğuşuyla birlikte son derece anlamlı bir dizi yargı da ortaya çıkmıştır. Önce, Fiedling’in romanı ve kahramanı Tom Jones’a ilişkin yargıları, sonra Wieland’ın Agathon için yazdığı önsöz gelir. Ancak, en önemli halka Blakenburg’un(4) Roman Üstüne Denemesi’dir. Gerçekte dizi, daha sonra Hegel tarafından önerilen roman kuramıyla bütünlenir.. Türün önemli aşamalarından birindeki (Tom Jones, Agathon, Wilhelm Meister) evrimine ilişkin tüm açıklamalar roman konusundaki şu zorunluklarla belirginleşir: 1- Roman, öteki yazınsal türlerin şiirsel olduğu anlamda “şiirsel” olmamalıdır. 2- Bir roman kişisi, destansı ya da trajik anlamda “kahraman” olmamalıdır: kişiliğinde hem olumlu, hem de olumsuz özellikleri (alçak ve soylu, gülünç ve ciddi) toplaman. 3- Bu kişi olmuş bitmiş ve değişmez gibi değil, evrim içinde, değişen, yaşamın eğittiği bir yaratık olarak sunulmalıdır. 4- Eskil dünyada destanın işlevi neyse romanın da çağındaki işlevi o olmalıdır (Blakenburg’un açıkça ortaya koyduğu, sonradan Hegel’in ele aldığı düşünce) .

Tüm bu sav nitelikli zorunlukların çok önemli ve verimli bir yanı var: öteki türler ve bu türlerin gerçekle bağıntılan, tumturaklı kahramanlaştırmaları, saymaca öznitelikleri, sınırlı ve durağan şiirsellikleri, tekdüzelikleri ve soyutlukları, kahramanlarının “yetkin” ve değişmez görünüşleri (roman açısından) eleştirilmektedir. Sonuçta bu, öteki türlere ve romanın önceki biçimlerine (barok kahramanlık romanı, Richardson’un duygusal romanı) özgü “yazınsallık” ve “şiirsellik” ilkesinin eleştirisidir. Bu yargılar, uygulamada, romancılar tarafından büyük ölçüde desteklenir. Burada roman (hem uygulamada, hem de ona bağlı kuramda) dolaysız ve bilinçli bir biçimde, ağır basan yazınsallığın ve şiirselliğin temellerini yenilemekle yükümlü eleştirel ve özeleştirel bir tür olarak sunuluyor. Romanla destansı anlatımın çatışması (ve karşıtlığı) öteki yazınsal türlerin, özellikle destansı kahramanlaştırma türüne ilişkin eleştirinin bir yanı gibi ortaya çıkıyor. Ama bu çatışmanın bir başka amacı da, yeni yazının egemen türü olan romanın anlamını yüceltmektir.

Anılan bu say nitelikli zorunluklar romanın bilinçlenme doruklarından biridir. Bu zorunlukların bir roman kuramı oluşturmadığı açıktır ve felsefel kavrayışlarıyla göze batmazlar. Bununla birlikte, tür olarak romanın özniteliğini, varolan kuralların yanı sıra, belki de onlardan daha çok belirtirler.

Şimdi, romanı, yeni zamanların tüm yazınındaki evrimin başını çeken, oluşum içinde bir tür olarak ele almaya çalışacağım. Yazında (yazın tarihinde), bir türe özgü değişmez belirtiler dizgesi görevi üstlenecek bir roman kuralı tanımı önermeyeceğim, ama, tüm türlerin en esneği olan romanın temel nitelikli yapısal özelliklerini, değişkenliğinin, etkinliğinin, yazının öbür bölümlerine yaptığı etkinin yönelişini belirleyen özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışacağım.

Romanı türlerin hepsinden ayıran üç temel özellik buldum: 1- Kendisinde gerçekleşen çokdillilik bilincinde görülen üç boyutlu biçemi. 2- Romandaki yazınsal anlatımlara ilişkin zamansal yerlemlerin kökten dönüşümü. 3- Romandaki yazınsal anlatımların yeni bir yapılaşma alanı: bitmemiş görünüşü içindeki şimdiki zamanla (zamandaşlık) en yüksek oranda ilişki bölgesi.

Bu üç özellik, avrupalı toplumların belli bir bunalımıyla örgensel olarak bağımlı ve koşulludur: kapalı, yanbabaerkil, donuk bir dünyadan uluslararası ve dillerarası ilişkilerin ve bağıntılann yeni koşullarına geçiş. Avrupa kıtası insanı, dillerin, ekinlerin (kültürlerin), çağların çokbiçimliliğini görür ve bu çokbiçimlilik, onun varlığını düşüncesini belirleyen etken olur.

Kuralsı ve arı tekdillilikten daha eski olduğu için çokdilliliğin her zaman bir önemi olmuştur. Ama, çokdillilik bir yaratım etkeni, yazınsal sanatın bir seçimi, yazınsal ve dilsel sürecin can alıcı noktası değildi. Eski yunanca, “ağızlar” konusunda, dilin çeşitli çağları, yunancanın çeşitli yazınsal lehçeleri (tragedya çokdilli bir türdür) konularında duyarlıydı, ancak yaratıcı sanat (gerçekte melez de olsalar) kendi içlerine kapalı an dillerle gerçekleşiyordu. Çeşitli türler, çokdilliligi kendi aralarında örgütlediler ve onu kurallara bağladılar.

Yazınsal metinler yaratıcısı ve ekinsel yeni bilinç, artık çokdillilikte , etken olarak, karar kılmış bir dünyada gelişir. Ulusal dillerin kapalı devre içinde birlikte yaşama çağı bitmiştir. Diller karşılıklı birbirlerini aydınlatır, çünkü bir dil, kendi kendinin bilincine ancak başka bir dilin ışığında varabilir. Bir ulusal dil içindeki “ağızların” doğal ve yerleşik birlikte yaşamaları, başka bir deyişle,. ulusal dilin içerdiği bölge lehçelerinin, toplum katmanlarına, mesleklere ilişkin lehçelerin ve özel dillerin, yazınsal dilin ve bu dildeki öteki anlatım araçlarının ortak yaşamları da sona ermiştir. Her şey harekete , geçmiş, her şey bir eylem sürecine girmiş ve her şey karşılıklı olarak birbirini aydınlatmaya başlamıştır.

Eski niteliklerini yitiren söyleme ve dile karşı gösterilen duyarlık değişti artık. Bu dış ve iç etkileşimde, dilsel yapısı (sesçil, sözlüksel, biçimbilimsel) kesinlikle değişmez olsa bile, her dil yeniden doğuyormuş gibidir ve ona dayalı yaratıcı düşünce nitel açıdan başkalaşım gösterir.

Çokdilliliği sürdüren dünyamızda dil ile nesnesi (gerçek dünya) arasında yepyeni, dilin çeşitlilik göstermediği, içine kapalı çağlarda oluşmuş tüm bitmiş türler için çok önemli sonuçlara yol açan ilişkiler ortaya çıkar. öteki büyük türlerin tersine, roman özellikle iç ve dış çokdilliliğin etkin olduğu koşullarda oluştu ve gelişti. Bu öğe romanın özniteliğidir. Bu nedenle roman dilsel ve biçemsel düzlemde yazının yenilenme ve gelişme sürecine önderlik etti.

(…) Şimdi, roman türünün yapısındaki izleksel yanlara ilişkin iki özelliği ele alacağım. Romanla destansı anlatı karşılaştırıldığında bu özellikler çok iyi ortaya çıkar ve açıklanır.

Bizim sorunumuz açısından kesin nitelikli bir tür olan destan, kendi yapısına özgü üç özellik içerir: 1 Konusunu ulusal destansı geçmişinde arar, Goethe ve Schiller bunu “salt geçmiş” diye adlandırır. 2 Destan, ulusal efsanelerden kaynaklanır (yoksa destan bireysel bir deneyim ve kökenini bu deneyimden alan özgür yaratım ürünü değildir). 3 Destansı uzaklık, destan dünyasının günümüzle bağlantısını kesmiştir: ozanın yazarın ve dinleyicilerin dünyalan arasında kopukluk bulunmaktadır.

Destanın bu yapısal özelliklerini ayrıntılı biçimde ele alalım.

Destansı anlatı dünyası, geçmişteki ulusal kahramanlıklar, ulusal tarihin “başlangıçlar”ı ve “doruklar”ıyla ataların ve babaların, “ilklerin” ve “en iyiler”in evrenidir. önemli olan geçmişin, destanın içeriğiymiş gibi ortaya çıkması değildir. Anlatılan dünyanın geçmişe dayanması ve katılması destan türünün biçimsel temel özelliğidir. Destan hiçbir zaman günceli, kendi çağın’ işlememiştir ve ancak gelecek kuşaklar için geçmişi işleyen bir tür olmuştur. Bilinen, kesin tür olarak, öncelikle geçmiş üstüne bir şiirdi destan. Yazarın (destansı söylemi aktaran kişinin), destanda yer alan ve destanın oluşturucu parçası olan seçimidir; bir insanın atalarına beslediği sevgi ve saygıdır. Biçemi, tonu, imgesel özelliğiyle destansı metin, çağdaş bir insanın çağdaşlarma bir çağdaşından söz ediş biçiminden apayrıdır. ( …) Destan türünün oluşturucu öğeleri olan ozan da dinleyicileri de ayni dönemde ve ayni (aşamalı) değerler düzeyinde bulunur ama kahramanların dünyası ulaşılmaz, arada destansı uzaklığın bir kopukluk yarattığı bambaşka bir zaman ve değer düzeyindedir. Aralarında bir tek köprü vardır: ulusal efsane. Bir olayı, insanın kendisi ve çağdaşlanyla aynı zaman ve değer düzeyinde (deneyime ve kişisel kurguya dayalı bir olayı) yansıtması kökten bir devrim yapması ve destansı dünyadan roman dünyasına geçişi içerir.

Kuşkusuz “çağımızı”, tarihsel anlamı açısından, belli bir mesafeden, zaman içinde uzaktan görüldüğü gibi (bizden, çağdaşlardan uzakta değil, geleceğin ışığında) bir yiğitler ve destanlar çağı olarak görebiliriz ve böylece de geçmiş bugünümüzmüş gibi yadırganmadan algılanır. Ama bunu yaparken, ne bugünü bugünde, ne de geçmişi geçmişte algılarız: “zamanımızdan”, zamanın bizimle olan yakın ilişkisinden koparız.

Destandan, bize dek ulaşmış kesin, gerçek bir tür gibi söz ediyoruz. Tümüyle bitmiş, dahası donmuş, kemikleşmiş bir tür olarak görüyoruz. Kusursuzluk”, soyluluğu, her türlü yazınsal yapmacıklıktan uzak oluşu destanı uzun zaman önce olgunlaşmış bir tür olarak belirler. Ama bu geçmişe ilişkin ancak varsayımlar ileri sürebiliriz ve açık konuşmak gerekirse, şimdiye dek ileri sürdüğümüz tüm varsayımların yanlış çıktığını da belirtmeliyiz. Destanın oluşumundan ve destansı anlatı geleneğinin doğusundan önceki varsayımsal ilkel şarkılara, çağdaşlarını anlatan ve büyük olayların yankısı olan şiirlere ilişkin ne biliyoruz? Hiçbirini bilmiyoruz ve ozanların bu ilkel şarkılarındaki ya da ilahilerdeki özellikleri ancak tahmin edebiliyoruz. Tarihçelere ya da güncel olaylara ilişkin halk şiirlerimizden çok (bildiğimiz) eski kahramanlık türkülerine benzediklerini düşündürecek hiçbir neden yok. Çağdaşların (ulaşabileceğimiz ve tümüyle gerçek) zaferlerini yücelten kahramanlık şarkıları, destansı anlatı yaratıldıktan sonra oluşan eski ve güçlü bir destan geleneğinden doğmuştur. Zamanlarındaki olaylara ve insanlara, bitmiş bir destansı biçim yansıtır, bir başka deyişle, bunların üstüne geçmişin zamansal ve yerel biçimini aktarır ve onları “ataların”, “başlangıçların” ve “dorukların” dünyasına katar, neredeyse daha yaşarken kutsallaştırır onları. Babaerkil bir toplumda, egemen sınıfların temsilcileri, bir anlamda temsilcilik kimlikleriyle, ataların dünyasındandır ve öteki insanlardan neredeyse “destansı” bir uzaklıkla ayrılırlar. Çağdaş “kahramanın”, ataların, dedelerin dünyasına katılması, uzun süre önce tamamlanmış bir destan geleneğinden kaynaklanan özel bir olgudur, dolayısıyla da destanın kökenini, örneğin neoklasik Ode’dan daha çok açıklamaz.

Kökeni ne olursa olsun, günümüze dek ulaşmış gerçek destansı anlatı, bir türün bitmiş ve kusursuz biçimidir. Bu türün temel özelliği, anlatılan dünya ile ulusal “kökenlerin” ve “dorukların” salt geçmişi arasındaki bağıntıdır. Salt geçmiş, bir değerler ulamıdır (aşamalanmasıdır). Destansı dünya görüşü için “başlangıç”, “ilk”, “kurucu”, “ata” , “selef”, vb. yalnızca zaman ulamlan değil değer ulamlarıdır da. Destan dünyasının bireylerine olduğu kadar nesne ve olaylarına da ilişkin olan değerin zaman içindeki en yüksek noktasıdır: bu geçmişte her şey iyidir ve temelde iyi olan (“ilk”) yalnızca bu geçmiştedir. Destansı salt geçmiş, gelecek çağlara yararlı her şeyin biricik kaynağı ve tek ilkesidir. Destansı biçim bunu böyle belirler.

Bellek, yani bilginin etkinliğine karşıt olarak bellek, işte eskil yazına temel yaratıcı yeteneklerini ve gücünü kazandıran özellik. “Bu böyleydi” ve hiçbir şey değiştirilemez . Geçmişin geleneği kutsaldır. Her geçmişin görece olduğunu henüz bilmiyor insanlar.

Deneyim, bilgi ve uygulama (gelecek) romanı tanımlar. Truva savaşı destanı çevrimindeki kahramanlarla ilişki eski yunan döneminde başlar. Destansı anlatı roman olur. Destan gereci roman gerecine aktarılır; yaygınlaşma ve güldürü aşamasından sonra destan gereci romanla bir alışveriş bölgesine girer. Roman egemen tür durumuna gelince bilgi kuramı da felsefenin temel dalı olur.

Destansı geçmişin “salt geçmiş” diye nitelendirilmesi boşuna değil. Çünkü , aynı zamanda (aşamalı) bir değerlendirme geçmişi olduğundan her türlü görecelikten, kendisini bugüne bağlayacak salt zamansal dereceli geçişlerden yoksundur. Tüm gelecek zamanlardan ve her şeyden önce de ozandan ve dinleyicilerinden kesin bir sınırla ayrılmıştır. Bu engel, destanın özyapısında bulunur; sözcüklerinin her birinden algılanır ve her sözcüğünde yankılanır. .

Sınırı kaldırmak, destan türünün biçimini yok etmektir. Destansı geçmiş tüm gelecek çağlardan ayrılmış olduğu için salt ve kusursuzdur; bir çember gibi kapalıdır ve içinde yer alan her olay bütünüyle gerçekleşmiş ve bitmiştir. Destansı dünyada bitmemişe, çözümlenmemişe, sorunsala yer yoktur. Bu dünyada, geleceğe yönelik hiçbir kaçamak yol bulunmaz. Kendi kendine yeter, hiçbir uzantıya gereksinim duymaz. Zamansal ve değersel tanımlamalar (dilin eskil anlamsal katmanlarında olduğu gibi) ayrışmaz bir bütünde kaynaşır. Bu geçmişe katılan her öğe, aynı zamanda bu geçmişteki gerçekten temel ve anlamlı olana da katılır ve kazandığı bu yetkinlik , bir bakıma onun etkin bir uzantıya kavuşma haklarını ve savlarını ortadan kaldırır ve aynı zamanda bir bitmişliğe, bir “yetkinlik”e erişir. Salt tümlenmişliği ve “bitmişliği” destansı geçmişin belirgin özellikleridir.

Gelelim efsaneye. Sonraki çağlardan aşılmaz bir sınırla ayrılan destansı geçmiş ancak ulusal efsane biçiminde kalır ve ulusal efsane biçiminde ortaya çıkar. Destansı anlatı yalnızca ulusal efsaneye dayanır. Efsanenin , destanın gerçek kaynağı olup olmaması önemli değildir. °nemli olan, efsanenin dayanağının salt geçmişi içermesi gibi, destanın özyapısını da içermesidir. Destansı söylem, efsaneye göre oluşturulmuştur. Salt geçmişin destansı dünyası, özniteliği gereği, kişisel deneyime kapalıdır ve bireysel düşüncelerle yargıları dışlar, görülemez, yordamlanamaz, dokunulamaz , herhangi bir açıdan görülemez ve sınanmaya, incelenme ye , bölümlenmeye, kurcalanmaya gelmez. Kutsal ve tartışılmaz bir gelenek olarak vardır ancak ve hem evrensel kapsamlı bir değerlendirme içerir hem de saygılı bir tutuma zorlar insanı.

Üsteleyerek yineleyelim: sorun, ne destanın gerçek kaynaklarında, ne de içeriğinin çeşitli yanlarında ya da yazarlarının kesinlemelerindedir. Sorun, destan türünün de oluşturucusu niteliğindeki şu biçimsel (daha doğrusu biçimsel ve anlamsal) özelliktedir: yadsınamayacak, yazarı belirsiz bir efsaneye dayanması, başka herhangi bir seçim olanağını yok eden genel kapsamlı bir değerlendirme ve bakış açısı, anlatım konusuna ve bu konuyu anlatan söyleme, efsaneden esinlenmiş olması bakımından duyulan derin bir saygı.

Destansı anlatının konusu niteliğindeki salt geçmiş, tek kaynak niteliğindeki tartışmasız efsane, türün üçüncü oluşturucu öğesi “destansı uzaklığın” özelliğini belirler. Belirttiğimiz gibi destansı geçmiş, gelecek dönemlerden, özellikle de çocukların ve torunların bugününden, ozanla dinleyicilerinin bulunduğu ve varlıklarını sürdürdükleri ve dolaysız destansı anlatının biçimlendiği bu kesintisiz süreden aşılmaz bir sınırla ayrılmış ve kapalıdır. Öte yandan, efsane destanı tüm kişisel deneyimlerden, tüm yeni buluşlardan, anlama ve yorumlama için gerekli girişimlerden, tüm yeni bakış açılan ve değerlendirmelerden ayırır. Destan dünyası, yalnızca uzak geçmişteki bir olay olarak değil anlamı ve değeri bakımından da tümüyle bitmiş bir dünyadır: ne değiştirilebilir, ne yeniden yorumlanabilir ne de yeniden değerlendirilebilir. Gerçek olay olarak, anlam ve değer olarak hazır, bitmiş ve değişmezdir. Salt destansı uzaklık’ belirleyen de budur. Destan dünyası ancak saygıyla benimsenebilir ama bu dünyaya yaklaşılamaz; değişim ve yeniden değerlendirmelere yatkın insan etkinliğinin dışındadır. Bu uzaklık yalnızca destansı gereç, yani anlatılan olaylar ve kahramanlar için değil onlara yönelik bakış açısı ve yargı için de söz konusudur. Bakış açısı ve yargı, yöneldikleri konuyla ayrışmaz bir “bütün” içinde kaynaşmışlardır: Destan dili konusundan ayrılamaz, çünkü destan dilinin anlamı, konuya ilişkin ve uzamsal/zamansal öğeleriyle değersel (aşamalanmış) öğelerinin aralarındaki salt binişmeyle belirlenir. Bu binişme ve buna bağlı olarak da konunun bağımlılık’ ilk kez dillerin çoğulluğundan ve etkileşiminden kalkarak aşıldı. (O zamandan beri de destan yarı saymaca , yarı ölü bir tür oldu.)

Ne türden olursa olsun, her etkinlik ve değişim olanağını dışlayan destansı uzaklıkla, yalnızca içeriği açısından değil anlamı ve değeri açısından da yetkinliğini elde eder destan dünyası. Oluşum içindeki, bitmemiş ve yeniden yorumlanıp yeniden değerlendirilebilecek şimdiki zamanla her türlü olanaklı ilişki çevresi dışında uzak bir anlatım alanında kurulur.

Destanın, niteliklerini aktardığımız üç oluşturucu özelliği, aynı zaman değerlendirmesini, efsanenin aynı işlevini, benzer aşamalanmış bir uzaklıkı temel alan eski klasik dönemin ve Orta Çağın öteki soylu ve bitmiş türlerinde de az çok görülür. Her birinde “güncellik” anlatım konusu olarak görülemez. Güncellik, soylu türlerin, zaten bulundukları yerleriyle güncellikten uzaklaş’ mış, üst aşamalardaki düzeyleri, ne girebilir. Ama soylu türler arasına girerken “yüce” bir güncelliğin olayları, kahramanları, galip kumandanları da geçmişle birleşir, ilmikler ve ara bağlarla geçmişin ve kahramanlık geleneğinin ağına karışırlar. Her gerçek varlığın ve her gerçek değerin kaynağı olan bu kişiler, geçmişle birleşme sayesinde değer ve üstünlüklerini elde eder. Bitmemiş, çözümlenmemiş, açık, yeniden yorumlanma, yeniden değerlendirilme olanaklarıyla zamanlarından koptukları söylenebilir. Eski değerler düzeyine yükselip “yetkinliklerini” kazanırlar. “Salt geçmişin”, zaman sözcüğüne verdiğimiz sınırlı ve kesin anlamda bir zaman değil de, değere, zamana ve aşamalara ilişkin bir ulam olduğunu unutmamak gerekir.

İnsan, çağında “büyük” olamaz. Büyüklük, kendisini geçmiş olarak değerlendirecek (uzak bir görüntü biçiminde ortaya çıkacak), canlı bir görüş, bir ilişki konusu değil de anı konusu ola, cağı gelecek kuşaklara gereksinim duyar. Anıtkabir düzeyinde ozan, gelecekte almak istediği görünümü hesaplayarak kendi kişiliğini kurar, bellek düzeyindeyse her olgu apayrı bir bağlam içinde gerçek görünümlü somut ve alışageldiğimiz ilişkilerle kurulan bir dünyadan büsbütün farklı özel yasalara uygun koşullar içinde yer alır. Yazın sanatı, yalnızca gelecek kuşakların anılarında söz konusu edilmeye ve saklanmaya değer olanı yansıtıp ölümsüzleştirmelidir. Anlatma, gelecek kuşaklar için yapılır ve bu kuşakların uzak geleceklerindeki önceleme düzleminde biçimlenir. Çağdaşları için (anıya dayanmayan) güncellikten kil üstünde, geleceğe (gelecek kuşaklara) yönelik güncelliktense mermer ve tunç üstünde söz edilir.

Çağların bağlılaşımı çok büyüktür: değerlerin çatışması geleceğe dayanmaz. üstün değerler gelecek için, gelecek önünde sergilenmez (zamansız bir sonsuzluk önündedir bu değerler), geçmişin ileri dönemlerdeki belleğine, salt geçmiş dünyasının genişlemesine yardımcı olur, yeni görüntülerle, ilkece kalıcılığı bulunmayan geçmişe karşıt bir dünyayı (güncelliğin sırtından) varsıllaştırır.

Efsane de, soylu ve bitmiş türler de önemini korur, ama bireysel yaratım koşullarında işlevi, destanlara oranla daha saymacadır.

Bütünüyle ele alındığında klasik dönemin yüksek yazın dünyası geçmişe, belleğin uzak düzlemine yansır. Ama, sürekli zamansal geçişlerle bugüne bağlanan gerçek ve görece bir geçmişe değil de değerlerin, başlangıç ve dorukların geçmişine yansır. Bu geçmiş, uzak, bitmiş, çember gibi kapalıdır. Ama bu, onda hiçbir devinim olmadığı anlamina gelmez. Tersine, içerdiği görece zamansal ulamlar bol bol ve incelikle işlenmiştir. (“Daha önce”, “daha sonra” ayrıntıları, çağların ardışıklığı, hız, süre, vb.) Zamanın işlenmesine ilişkin kusursuz bir uygulayım (teknik) söz Konusudur. Bununla birlikte, bu kapalı, çembersi, bitmiş zamanın her noktası güncelliğin gerçek ve oynak zamanından ayrıdır; bütünü içinde bu zaman ne tarihsel bir sürece yerleştirilir, ne de bugüne ya da geleceğe bağlanır: zamanların olanca bütünlüğünü kapsadığı söylenebilir. Üstelik klasik dönemin tüm büyük türleri, başka bir deyişle yüce yazın, bitmemiş bir çağdaşlıkla olanaklı her türlü alışveriş dışında, uzak bir anlatım bölgesinde yükselir.

Canlı güncel yanıyla çağdaş dönemin yüce türler için anlatım konusu olamayacağını gördük. Destansı geçmişle karşılaştırıldığında “düşük düzeyli” bir güncellikti bu. En azından, yalnızca salt geçmişte odaklaşmış bir yazınsal yorum ve değerlendirme için çıkış noktası olmaya yarayabilirdi. Şimdiki zaman geçici, kaçıcıdır, ne başı, ne sonu belli, bir çeşit sonsuz sürekliliktir. Hiçbir gerçek “yetkinliği”, bu nedenle de özü yoktur. Gelecek, ya bugünün uzantısı ya da bir son, yokolma, yıkım gibi düşünülmüştü. Salt başlangıcın ve sonun değersel ve zamansal ulamları, zamanın ve bitmiş çağlardaki düşünce yapılarının algılanmasında büyük önem taşır. Başlangıç ülküsel, son karanlıktır (yıkım, “tanrıların çöküşü”). Zamanı böyle algıla ve bu algılamanın belirlediği zamanların aşamalanması eski ve orta çağların tüm soylu türlerini derinden etkilemiş ve bu türlerin temellerine öylesine işlemiştir ki, söz konusu algılama ve aşamalanma sonraki çağlarda da, XIX. yy. ve sonrasına değin bile sürmüştür.

Soylu türlerde geçmişin ülküselleştirilmesi resmi bir nitelik sunar. Egemen gücün ve doğrunun (“bitmiş” her şeyin) tüm dış görünümleri aralıklı ve uzak bir anlatımla (davranış ve giysiden biçeme dek her şey iktidarın simgesidir) geçmişin değer ve aşamalanma ulamında oluşmuştur. Oysa roman, gayri resmi düşünce ve konuşmanın canlılığını sürekli koruyan yayılmasına bağlıdır.

*Çağdaş Eleştiri, Temmuz 1983 cilt 2, sayı 7, sayfa 59-65

—————————

(1) K.A. Musaus (1735-1787) Grandison II’de zamanında çok okunan Richardson’un ünlü romanını yansılamıştır.

(2) JohannKarl Wetzel (1747-1819), L’HIstoire de Tobias Knaut le Sage (Bilge Tobias Knaut’un öyküsü), dört ciltlik roman, 1774 – 1796

(3) Friedrich Schlegel

(4) Christian Friendrich Blakenburg (1744 – 1796) yaza estetikçisi ve kuramcısı. Versuch Ober den Roman (Roman üstüne Deneme)

Yaratıcı Yazarlık 154 Adet Yazı
Yaratıcı Yazarlık, esasında birçok kişinin kafasındaki yazar imajının kendisidir. Yani kurguladığı veya gerçeğe dayalı bir konuyu kurgulayarak roman, hikaye vb. edebi türde ifade etmen uğraşı. Yaratıcı yazarlar sıklıkla “tıkanma” veya “kısırlaşma” denilen dönemlere girerler. Yazarken zorluk yaşarlar. Bu zamanlarda onlara yol gösterecek teknikler, moral verecek alıntılar ve fikir verecek yerli veya yabancı yazarların deneyimleri bu sitede Türkçe olarak yer alacak.

İlk Yorumu Sen Yap!

Yorum Yap!