V. S. Pritchett
Kısa öykü, yazın türleri arasında ikincil kalsa bile, doğasındaki yoğunluğun sonucu olarak, akılda iz bırakan bir türdür her zaman.
NEW STATESMAN için yazdığım ilk günlerde yazın editörü David Garnett’ti: onunla roman yazmak üzerine yaptığımız konuşmalardan birinde, yazmakta olduğu romanın arkasını getiremeyen bir yazarın hemen ortaya yeni bir sorun sürmesi gerektiğini söylemişti. Ama bu yöntemin bana faydası olmadı; çünkü yazarken zaten bin bir türlü güçlükle boğuşuyorum; üstelik, dikkatimi dağıtmayı başaracak her şeyden beynimi arındırdıktan sonra yazmaya devam edebiliyorum ancak. Sabırsız bir karakterim var, yazdığım her sayfaya karşılık yarım düzinesini yırtıp atmış oluyorum: sonunda yırtılmaktan kurtulmayı başarabilenler ise silintiler ve çiziktirmelerle bezenmiş oluyor hep. Bir zamanlar, epey uzun süren bir dönem boyunca, her yürüyüşe çıktığımda kendi kendime konuşmayı alışkanlık haline getirmiştim ve kendimi, saplantı içinde hep şu kelimeyi tekrarlarken buluyordum: Son. Hayır, bu sonun bir öykünün ya da makalenin sonu olması gerekmiyordu; bir karmaşanın, bir fikrin ya da bir cümlenin sonu da olabilirdi pekala. İmgeler konusundaki zayıflığımın sebebi şairlerin özetleme dürtülerine kapılmış olmamdı. Sonunda, kısa nefesler alan bir yazar olduğumu kabullenmek zorunda kaldım; bu kabullenişin ardından, öykü ve makale türlerinin benim için en uygun türler olduğunu gördüm; üstelik gazetecilik eğitimim de bu türlerde başarılı olmamı hepten kolaylaştıracaktı.
Kısa öykü, yazın türleri arasında ikincil kalsa bile, doğasındaki yoğunluğun sonucu olarak, akılda iz bırakan bir türdür her zaman. Bir kere, kısıtlı bir yere epey şey sığdırmanın verdiği zevk vardır. Bu türün belirleyici olma ve kesin sonuca götürme özelliği, özünde şiirsel olan bir dürtünün yoğunlaşmasına sebep olur. Kısa öykü ustaları arasında iyi romancı olanlar çok nadirdir; zaten, kısa öykü dağınıklığa karşı yapılan bir protestodur aslında. Tolstoy ve Turgenyev istisna; ama Maupassant’ın dikkate değer sadece bir tek romanı var: Une Vie (1883; Bir Hayat). Çehov ise roman yazmamıştır bile. D. H. Lawrence’a gelince, bana kalırsa onun öyküleri romanlarından daha etkileyicidir. Bu isimlerin bir çağdaşı olan Jorge Louis Borges de, büyük romanları fazla gevşek bulduğunu söyler; o, Poe’nun sanat yapıtlarının bir bakışta göz önünde şekillenmesi dileğine karılır: biçim maceralara atılma isteğini kamçılamalıdır. Kısa öykü, güçlükle boğuşmaktan hoşlananlar ve yirmi sayfalık bir yazı ortaya çıkarmak için yüz elli sayfa yazmayı göze alanlar için bire birdir. İspanya Savaşı sırasında, bir endüstri kasabasında düzenlenen protesto mitingine karılmak zorunda kaldığımda, konuşmacılardan bir kadın benim çok ilgimi çekmişti. Onun hakkında iki sayfa yazdım, ama sonra bıraktım. Daha sonra yıldan yıla, doğmasını engellemiş olduğum bu yazıyı inceledim: hiçbir sorun yoktu içinde, ve tabii hiçbir ilerleme de yoktu. Ama, tam yirmi sene sonra, birden beynimde bir şimşek çaktı: Konuşma yapan birinin tüm vücudu ve hatta hayatıyla seyircinin karşısında savunmasız kaldığını düşündüm, bu çok korkutucu bir duyguydu. O halde, halkın karşısında konuşma yapmakta olan bir kadının, bambaşka şeyler anlatırken bir yandan da içsesinin anlattığı kendi özel hayatını dinlemesini konu alan bir öykü yazabilirdim. Ne var ki bunu yapmak çok zor oldu, çabalarken işin ustalığını da öğrendim. Ama ne yazık ki bugünlerde kimse ustalığa pek değer vermiyor, çünkü yazarların fazla kontrollü oldukları hissediliyor. Yine de, doğrusunu isterseniz, bir yazar gizlemeye çalışsa bile her zaman kontrollü olmak zorundadır. Ve tabii bir de, öyküyü kontrol etmiyor gibi gözükürken aslında avucunun içine almış olmanın verdiği inanılmaz zevk söz konusudur.
Tam altı cilt tutan kısa öykülerimin yanında, kitaba hiç girmemiş olan epey öyküm de var. Bütün yazarlarda olduğu gibi, ben de tamamlanmamış ya da kötü yazılmış olan öykü hurdalarıyla çevrilmiş durumdayım; öykülerimi, sahte, gerçek ya da eksik bir dizi inci kolyeye benzetebilirim. Yazmanın alışkanlık gerektirdiğine inanıyorum; yazı yazmayı unuttuğumu düşündüğüm ölü bir dönemimde, Maupassant, Henr James, Maugham ve Çehov gibi yazarların hiç yüksünmeden yaptıkları bir yazma alıştırmasını ben de yapmaya başladım. Bu alıştırmada, incilerle bir kolye dizmeye çalışacaktım. Öylesine umutsuzdum ki, “Pencereden geçen ilk insan hakkında yazacağım,” dedim kendi kendime. Ne yazık ki , pencerede gördüğüm ilk kişi bir pencere temizleyicisiydi. (Bu iş hakkında pek bir şey bilmiyordum.) Yine de yazdım ve sonuçta, yaratıcı düş gücüne yönelik sadece iki dikkate değer noktayı kavramış oldum: Birincisi, yazdığım öyküde (ki sonunu ben de beğenmemiştim; daha açık uçlu olmalıydı) kendi yarattığım pırıltılı ayrıntıların sayısı epey azdı; daha önce ne cam temizlemiş ne de inci çalmış olmama rağmen öyküm bütün hayatım boyunca gördüğüm, duyduğum tecrübe ettiğim şeylerden aldığım parçalarla oluşturduğum bir mozaikti daha çok. İkinci nokta ise (ki tam da bu noktada yazma dürtüsü hissedilir, ama istenmez), çocuklukla kurulan bağ idi. İyi yazmak isteyen biri, insan yaşamının o doğurgan dönemiyle bağlarını asla koparmamalı. Ben de bu öyküde, annemin bahçıvanlık ve arabacılık yapan dedemle ilgili söylediği sözleri anımsadım. Dedemin işvereninin karısının bir sabah söylediği sözler, çocukken annemin aklına kazınmıştı: “Çekmeceleri kilitleyin, bugün pencere temizleyicisi gelecek.” Gerçi ben öykümde dedemden söz etmedim, ama hırsızlıkla ilgili o evrensel söylenceler onun sayesinde birbiri ardına aklıma hücum etti.
***
RESSAMLAR ve yazarlar nasıl oluyor da hem hayatlarını kazanırlarken hem de bağımsız olmayı başarabiliyorlardı? Benim büyüklerim D. H. Lawrence, Katherine Mansfield, Aldous Huxley nasıl yaşamışlardı? İçinde bulunduğum şartlar gittikçe umutsuzlaşıyordu, artık böyle yaprak gibi sürüklenmeye devam edemezdim. Neyse ki tam bu sırada şansım yine yaver gitti: Dublin’deki ikinci el arabamı 60 paunda satmayı başardım. Karım ve ben parayı ikiye böldük; bu, bizim ana sermayemizdi.
Yapacak en iyi şey özgün bir seyahat kitabı yazmaktı. D. H. Lawrence’ın Sea and Sardinia adlı kitabını beni biraz da umutsuzluğa düşüren bir hayranlıkla henüz okumuştum – evet, umutsuzluğa düşmüştüm, çünkü o konusunun çok “içindeydi”, oysa ben kolayca kırılabilen, soğuk biriydim ve üstelik yazdığım konunun tamamen “dışında”ydım. Karakterimin ve özellikle de duygularımın hangi zayıf noktası yüzünden böylesine içime kapanmıştım? Ama, benim de uygulayabileceğim bir yöntem vardı: kişiselleştirilmiş, kısa, özlü ve yoğun yazılar yazmak. Haritalar aldım ve İspanya’nın güneyindeki bir noktadan kuzeye doğru yürümeye ve yürüyüşümden başka hiçbir şeyi yazmamaya karar verdim. Parasızlık yüzünden – dönüşüm için de biraz ayırmak zorundaydım – yolculuğumu kısaltmak zorunda kaldım. Ucuz olur diye Lizbon’a kadar gemiyle gitmeye, sonra, kendisi çok fazla tanınmadığı halde yer yer yoksulluğuyla ünlü olan bir bölgeden geçerek Badajoz’dan Vigo’ya yürümeye karar verdim. Bu rota aynı zamanda Wellington’un ordularının izlediği rotaydı – gerçi ben rotanın bu tarihi özelliğiyle ilgilenmiyordum ya, neyse. Nihayet, Tristram Shandy’yi de yanıma alarak ve yol üzerindeki Katolik kitapçılarında bulduğum, E. Phillips Oppenheim’in gerilim romanlarıyla kendime takviye yaparak, İspanya’yı yayan katetmeye başladım.
İngilizceden çeviren : Amıla Özdek
Kaynak: Adam Öykü, sayı 15, Mart-Nisan 1998 sayfa: 37-39
Yorum Yap!
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.